Ortaköy/Özdere Plajı
Temmuzun ilk günü kahvaltılıklarımızı hazırlayıp düştük yollara. İlk hedefimiz 35 km uzaktaki Özdere’ydi.
Ortaköy, Orta ya da Orta mahallede yer alan Özdere plajında deniz ile villalar arasındaki ağaçlardan birinin gölgesine kurulup keyifli bir kahvaltı yaptık.
Aslında plan kahvaltının ardından Yoncaköy’e doğru devam etmekti fakat durmuşken yüzmeye karar verdik. Taşlı kumsal ve deniz o kadar güzel ve temizdi ki, bu çevrede şu ana kadar gördüğüm en yüzülesi ve güzel yerdi.
Suyun birkaç adım sonra derinleşmesi kumsaldan denize girmeyi sevenler için burayı oldukça cazip hale getiriyordu.
Şnorkelle berrak deniz içinde bakınmak oldukça keyifliydi…
Yoncaköy Plajı
İkinci hedefimiz Seferihisar’a 60 km mesafede bulunan Yoncaköy’dü. Buraya birkaç yıl önce Sisam (Samos) Adası’na gitmek için gelmiş ve bu sayede göz kamaştırıcı Efes Antik Kenti’ni gezmiş ve kum sahilinden denize girmiştim.
İlk önce deniz kenarına soframızı kurup atıştırdık ardından da daha önce denize girdiğim yerin tam tersine yani koyun diğer tarafına gidip denize girdik.
Kum plaj oldukça temiz ve güzeldi. Dezavantajı ise suyun derinleşmesi için bir süre yürümeniz gerekmesiydi.
Buraya gelmemizin nedenlerinden biri de midye ve kaya koruğu toplamaktı. Yani yine akşam yemeğimizi doğadan çıkartacaktık. Kaya korukları kartlaşmaya başlamıştı bu yüzden onları es geçtik. Midyeler ise güzel görünüyordu. Bize yetecek kadar midye toplayıp dönüş yoluna geçtik.
Yolda bizimkilerin bildiği bir başka yerde durup deniz börülcesi topladık. Midye gibi deniz börülcesini de ilk kez yerinde görüyor ve topluyordum.
Güneş batmak üzereyken bir seyir noktasında durup denizi izledik ve eve geçtik.
Ovacık Plajı
Bu gezinin en uzak noktası olan ve Seferihisar’a 90 km uzaklıktaki Çeşme’ye ilk kez 1998 ya da 99’da Osman dayımlara eklenerek gitmiştim. Onların kaldığı Et Balık Kurumunun plajından denize girmiş ve yakın bir pansiyonda kalmıştım.
O günlerden Çeşme ile ilgili aklımda kalan 3 şeyden biri Emine ve Fahriye’yle gittiğimiz Candan Erçetin konseri, diğeri kalenin yakınlarında yediğimiz kumru ve son olarak nerdeyse tüm denize girecek alanların, yasak olmasına rağmen, “birileri” tarafından “beach” adı altında ele geçirilip yüksek fiyatlarla sadece “parası olanların” kullanımına açmalarıydı. Oldukça şaşırmış ve yıllar içinde gittiğim hiçbir yerde benzer bir “talan” görmemiştim.
Şerif Abi Ovacık’lı olduğu için bizi doğrudan Çeşme’de bildiği tek “halk plajı”na götürdü. Fakat ilginçtir ki en son geldiğinden bu yana yeni bir “beach” daha açılmış ve “halkın plajı” biraz daha ufaltılmıştı!
Yani talan hiç durmadan devam ediyordu.
Kumsalı ve denizi sarı kum olan plaj oldukça güzeldi ve Özdere ile birlikte bu gezide şu ana kadar gördüğüm en güzel plajdı.
Denize girip serinledikten sonra kuma serdiğimiz havlunun üzerine uzanıp kurumayı düşünüyorduk fakat kum, güneşi direk yansıttığı için resmen bir saunadaymışız gibi bir anda kuruyor ve yanmaya başlıyorduk. Bu durum bronzlaşmak isteyenler için oldukça ideal olsa da benim gibi kum-deniz arasında mekik dokuyup serin serin pineklemek isteyenler için oldukça zorluydu!
Alaçatı
Burada bir süre takıldıktan sonra arabaya atlayıp daha önce 2000’lerin ortasında Sheraton’da yapılan bir kongrede görevli olarak geldiğim Alaçatı’ya gittik.
Çocukluğu ve gençliği burada geçmiş olan Şerif Abi, hem plajlar, hem de Alaçatı ile ilgili bir sürü ilginç şey anlattı.
Mesela buradaki çoğu plajda ve denizde bir tane bile taşın bulunmadığını bu yüzden de efsanevi bir güzelliğe sahip olduğunu, buralar bilinmezken birçok ünlünün üstsüz ya da çıplak güneşlenmek için buralara geldiğini, kendilerinin de gençken hava olsun diye atlarla plaja gidip, at üstünde denize girdiklerini anlattı.
Alaçatı’da dolaşırken ise bina bina eskiden aslında ne olduklarını anlatması oldukça ilginçti.
Mesela meydandaki bir yerin kahvehane olduğunu,
şu anda “ciks” mekanlardan biri olsa da eskiden bunlardan birini ahır,
bir başkasının normal bir köy evi olduğunu, eskiden çok ucuza burada ev alabileceklerini ama buralı oldukları için yüzlerine bile bakmadıklarını, şimdi ise kafalarını duvarlara burduklarını vs.
Zaman içinde Alaçatı onların yaşadıklarından oldukça farklı ve pahalı bir mekâna dönüşmüştü.
Dönüş yoluna geçmeden önce Çeşme’ye gittiğimde aklımda kalan şeylerden biri olarak, Ilıca’da Kumrucu Şevki’de kumru yedik. Zaman içinde muhtemelen, içerik olarak, çok daha iyilerini yediğim ya da, tarz olarak, yaptığım için olacak kumru o eskiden aklımda kalan şey değildi ne yazık ki!
Akkum Plajı
Seferihisar’a 7km uzaklıktaki Akkum plajına gittiğimizde inanılmaz bir kalabalık vardı. Biz zaten gelmişken olta da atacağımız için plaj yerine onun yan tarafında yer alan kayalıklara ilerledik.
Buranın en popüler yeri kayalıkların biraz ilerisinde yer alan ağaçların altında gölgede kalan alanmış. Fakat gittiğimizde orası da doluydu. Bu yüzden biz de kayalıklarla yol arasındaki gölgelik bir alana kurulduk.
Deniz oldukça temiz ve güzeldi fakat kayalıklardan sağlıklı bir şekilde denize girip çıkmak için kesinlikle deniz ayakkabısı gerekiyor. Ayrıca ilk başlarda sürekli kayalık olduğu için kayalıkta yüzmeyi de sevmek gerek 🙂
Burada da yine akşam yemeğimizi çıkarttık! Bir süre yüzdükten sonra güneşlenip etrafa bakınırken kayalıklar arasında yetişen ve yıllar önce Erzincan Mandıra’da tanıştığım kayalık koruğunu fark edip toplamaya başladık. İlginç bir aroması olan ve turşusu yapılan bitkiyi dönüşe yakın bir tarihte topladığımız için Ankara’ya kadar getirdik ve burada Kamile Babaannenin yardımıyla turşusunu kurduk. Bakalım nasıl olacak…
Dilek Yarımadası
Dönüşe birkaç gün kala gezinin en uzun rotasını yapmaya karar verdik. Seferihisar’a 110 km uzaklıktaki Dilek Yarım Adası Büyük Menderes Milli Parkı’na gitmek için erkenden yollara düştük.
Bizimkilerin önerisiyle ilk olarak Aydınlık koyuna gidip arabayı park ettik ve bir masaya kurulup kahvaltımızı yaptık.
Burasının adını ilk kez Ural ve Zeynep’ten duymuştum. Verdikleri en ilginç bilgi ise yarımadada özgürce dolaşan yaban domuzlarının olmasıydı. Cansın, domuzların insanların verdiği yemekleri yediklerini ve bazen de boşta gördükleri şeyleri yürüttüklerini anlatıyordu. Hatta en son geldiğinde domuzların küçük bir çocuğunun denize girmeden önce torbaya koyduğu giysilerini kaçırdıklarını ve çocuğun çıktıktan sonra uzun süre ağladığını anlattı.
Biz yemek yerken “takım”ın birkaç üyesi sahada dolaşıyordu 🙂
Samos’a gitmeden önce yaptığım ufak araştırmada adanın Dilek Yarım Adası’nın dibinde olduğunu görüp oldukça şaşırmıştım. Buraya gelince plajdan adanın gerçekten çok yakında olduğunu görüp bir kere daha şaşıracaktım. Gerçekten çok yakındı ve oranın farklı bir ülkenin toprağı olması nedense garip geliyordu.
Aydınlık koyunda deniz, su, renkler kısacası her şey çok güzeldi. Ama daha güzeli göreceğimden bir haberdim!
Kahvaltı sonrası bir süre yüzüp takıldıktan sonra ortalık çok kalabalıklaştığı için arabaya atlayıp bizimkilerin bildiği ve daha az insanın olduğunu söyledikleri başka bir yere doğru ilerledik.
Önce orman içine doğru giden yürüyüş parkurunun girişindeki çeşmeden sularımızı doldurduk. Soğuk dağ suyunun tadı nefisti. Aklıma Abreg’le gittiğimiz ve yürüyüşümüz sırasında sürekli dağdan buz gibi akan, nefis bir tadı olan sularını tükettiğimiz Yukarı Kavrun yaylası geliyordu.
Arabayı, denizi yukarıdan gördüğümüz, yol kenarına çekip bir şeyler atıştırdık ve akabinde aşağıya inip yüzmeye başladık. Kumsalı taş, girişi bir sıra deniz bitkisi olan denizin devamı tamamen kumdu. Bu yüzden yüzerken belgesellerde gördüğümüz sığ bir denizde yüzüyor gibi hissediyordunuz. Tek sorun balıkların tek tük olmasıydı. Ama hiç şüphesiz yolculuğum sırasında gördüğüm en yüzülesi yer burasıydı! 2. sırada Özdere plajı ve 3. sırada ise Çeşme’deki Ovacık Plajı yer alıyordu.
Akşamüstü arabaya atlayıp dönüş yoluna geçtik.
Milli parkın girişine yakın bir noktada Zeus Mağarası vardı. Gelmişken oraya da bakalım dedik. Mağaraya doğru yürürken yerde minicik kızılımsı bir kertenkele gördük. Aklıma Madeira Adası’nın en ucunda yer alan volkanik kayalıkların arasında yürürken elimden bir parça meyve düşmesi ve bir anda 20-30 kertenkelenin var olup meyveyi iç etmeleri geldi!
İçi su dolu ufacık bir mağara idi. Fakat çok fazla kalabalıktı biz de Corona nedeniyle fazla durmadan şöyle bir bakıp tekrar arabaya ardından da eve döndük.
10 Temmuzda bizimkilere teşekkür edip ardından da veda ettik ve havalimanına adımlarımızı attık. Bavulumuzu teslim ederken görevli, yolcu sayısının son günlerde inanılmaz arttığını bu yüzden Coronaya karşı tedbir olarak uçağa sadece kişisel eşyaların bulunduğu ufak bir çantanın çıkartıldığını söyledi. Bu konuda bizi hiçbir uyarı mesajının atılmamış olması oldukça can sıkıcıydı.
Yukarı çıkartmayı düşündüğüm çantada laptop ve bazı eşyalarımız vardı. Görevli girişte kontrol edildiğini ve tişört bile uçağa almadıklarını söylediği için el mecbur bilgisayarı ve parçalarını yanıma alıp çantayı görevliye verdim. Koltuk altında bilgisayarımla uçağa bineceğimiz kapıya doğru ilerlerken aklımızdan “umarız kırılacak bir şey unutmamışızdır çantada” diye geçiriyorduk.
Esenboğa’ya indiğimizde inanılmaz bir yoğunluk vardı. 18 gün önce inle cinin top oynadığı havalimanında adeta izdiham vardı. Şöyle düşünün bavullarımızı teslim aldığımız tüm konveyörler çalışıyordu! Haliyle bavulu aldıktan sonra havalimanından çıkacağımız kapı bile ana baba günüydü. Şükür Engin bizi almaya gelmişti, arabaya atladık ve evin yolunu tuttuk.
Corona salgını olmasaydı 10-18 Temmuz tarihleri arasında Moskova ve St. Petersburg’da olacaktık. Malum sebeplerden ötürü biletlerimizi boşa aldık ama salgın hala devam ettiği için gidip gidecemeyeceğimiz ve biletlerimize ne olacağı meçhul!
En azından 18 günlük Seferihisar gezimiz Corona nedeiyle uzun süreli eve tıkıldığımız bu günlerde soluk almamızı sağladı. Hem normal günlere dair moralimiz yükseldi, hem de gözlerimiz açıldı. Kısacası çok güzeldi… Bakalım bir sonraki durağımız neresi olacak… Nice gezmelere diyelim…
Anı Videosu;