Mardin, Midyat, Kıllıt (Dereiçi) Köyü Gezi Günlüğü – Bölüm 2

8 Mayıs 2019, Çarşamba

Mardin’e gelmeden önce otelciden aldığımız bilgiler ışığında otobüslerle günübirlik Diyarbakır ve Midyat yapmayı düşünüyorduk fakat buradaki arkadaşlar otobüsün hem yorucu, hem de zamana alıcı olduğunu bu yüzden de araba kiralamamızı önerdiler. Ufak bir araştırmadan sonra arabanın hem ucuz olacağını, hem de istediğimiz gibi hareket edebilme özgürlüğü sağlayacağını fark edip araba kiralamaya karar verdik. İlk planda Çarşamba günü arabayı alırız diye düşünsek de dünden sipariş ettiğimiz ilacı almak için eczaneye gideceğimiz için bugünü de Mardin’de geçirip Perşembe günü arabayı teslim almaya karar verdik.

Sabah ilacı aldıktan sonra ilk iş olarak Şehidiye Medresesi’ne gittik. 13. Yüzyılın başlarında Artuklu Sultanı Melik Nasreddin Artuk Aslan tarafından yaptırıldığı sanılan yapıdan zaman içerisinde yapılan değişiklik, onarım ve eklemeler nedeniyle günümüze çok az şey kalmış.

Yapının yıkılmış olan minaresi 1916/17 yıllarında Ermeni Mimar Serkis Lole tarafından eklektik (farklı felsefî veya sanat sistemlerinden alınan unsurların yeni bir sistem içinde yeniden kullanılması) bir üslupla ve iskelesiz olarak inşa edilmiş.

Medresenin hemen karşısında yer alan ve yine eski bir taş yapının devşirilerek yapıldığı Artuklu Üniversitesi uygulama otelinin merdiven ve üst avlusunu dolaşıp Marangozlar kahvesine geçtik.

Tacettin Usta ve misafirleriyle yaptığımız kahve, çay, atıştırma, muhabbet dörtlemesinin ardından taştan dar nefis Mardin sokaklarında dolana dolana düştük yollara.

Bu seferki durağımız Mardin’in simgesi olan Ulu Cami’ydi. 1176’da yapımına başlanan ve yapıldığında iki minaresi olan yapı, kesme taştan yapılmış. Timur istilası sırasında yıkılan minare Memluklu ve Akkoyunlular devrinde tamir görmüş. Günümüzdeki minare ise 1888/1889 tarihinde inşa edilmiş.

Cami kubbesi dıştan yivleme tekniği ile oluşturulan dilimli yapılmış. Bu yapı stili daha sonra Mardin mimarisinde gelenek haline gelmiş.

Caminin içinde Hz. Muhammed’in sakalı şerifi de yer alıyor.

Ulu Cami’den sonra yine güzel dar sokaklarda dolaşa dolaşa,

Mardin’deki son Aruklu eserlerinden biri olan ve 1371’de Artuklu sultanlarından Melik Salih ve Melik Muzaffer zamanında görev almış Abdüllatif bin Abdullah tarafından, minaresi Mısır Valisi Muhammed Ziya Tayyar Paşa tarafından inşa edilen Abdüllatif (Latifiye) Cami’sine ulaştık.

Caminin günümüzdeki minare 1845’te Musul Valisi Gürcü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış.

Camiden sonra önce ana caddeye çıktık ardından da günümüzde Kırklar adıyla bilinen Mor Behnam ile kız kardeşi Saro kilisesine gittik.

İki ismini de erken dönem Hıristiyan efsanelerinden alan ve buna göre babası tarafından öldürülen Aiz Benham ve Saro adına yapılan fakat sonraları bir başka erken dönem efsanesine göre öldürülen 40 Hristiyan’ın adını alan kilise 6. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş.

Bu kilise de daha önce gördüklerimiz gibi oldukça sade bir şekilde tasarlanmıştı. Çıkarken duvarda gördüğümüz mezar taşı ise oldukça ilginçti. Bir sonraki gün Deyruzzaferan’da (Deyrulzafaran) da göreceğimiz mezarlar gerçekten de duvara oyularak yapılmışlar ve kişiler dua edercesine oturtularak gömülmüşlerdi.

Kiliseden sonra Haydar’la buluşup onun önerdiği yerlerden eve götürmek üzere kahve ve sabun aldık. Ardından da Tacettin Usta’nın telefonuyla Marangozlara geçtik.

Zahit dün Sabancı Müzesindeki sergide gördüğümüz güvercin uçurtmasını getirmiş uçurmak için bizi bekliyordu. Cansın’la uçurtmayı kurdular ardından da dev bir güvercin uçmaya başladı semada.

Önce Cansın ardından da ben dümene geçtik. Yanlış anımsamıyorsam ilk kez uçurtma uçuruyordum. Çok keyifliydi.

İlerleyen saatlerde Kenyemeken’e gidip gelen eşyaların dekore edilmesine yardım edip bir de anı fotoğrafı çektik!

Akşam yemeklerini çok sevdiğimiz Leyli’de çorba + sembusek, içli köfte, sumak şerbeti vs. yedik ve üçüncü günümüzü de tamamladık.

9 Mayıs 2019, Perşembe

Sabah kahvaltının ardından önce dolmuşla Artuklu Belediyesi önüne, oradan da Kızıltepe otobüsüyle havaalanına ulaşıp AVIS’ten kiraladığımız Renault Sembol’ü teslim alıp Deyrulzafaran’a doğru sürmeye başladık.

Google Maps 30, Yandex ise 20 dakikalık bir yol bilgisi veriyordu. Yandex’te hız sınırları da belirtildiği için onu tercih ettik. Fakat kısa bir süre sonra Yandex’in bizi soktuğu yolun tarlalar arasındaki bir traktör yolu olduğunu fark ettik ama bu kadar geldikten sonra geri dönüş yerine dikkatli bir şekilde ilerlemeye karar verdik. Çukurları ortalaya ortalaya zaman zaman oldukça yavaşlayarak yolu tamamlayıp dağın eteklerindeki manastıra vardık.

Mardin’in 4 km doğusunda yer alan üç katlı manastır, 5. yüzyıldan başlayarak farklı zamanlarda yapılan eklentilerle bugünkü haline 18. yüzyılda kavuşmuş.

Manastır, milattan önce Güneş Tapınağı, daha sonra da Romalılarca kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edilmiş. Romalılar bölgeden çekilince Aziz Şleymun bazı azizlerin kemiklerini buraya getirterek kaleyi manastıra çevirmiş. Bu yüzden önceleri Azizin adıyla Mor Şleymun adını alan manastır sonraları etrafında yetişen safrandan dolayı “Safran Manastırı” anlamına gelen Deyrulzafaran adını almış.

Manastır hem konum, hem de yapı olarak oldukça etkileyiciydi. 10 TL’lik biletimizi alıp ilk bölüme girdiğimizde bizi karşılayan Süryani genç bir rehber bizi manastırı gezdirip ilgi çekici bilgiler verdi.

Bunlardan biri azizlerin gömüldüğü ve yeni bir tanesi öldüğünde en eski mezarın açılarak kemiklerin bir kenara toplanıp ölen azizin dua edermişçesine oturtularak gömüldüğü mezarlık odasıydı.

Kırklar kilisesinde gördüğümüz duvardaki mezar taşlarını burada da görünce rehbere sorduk. O da gözleri parlayarak, “kar gibi sebeplerden ötürü gömülecekleri yere götüremediği için duvarı kazarak içine gömülen şanslı Süryaniler gömülü burada” dedi.

Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekanlardaki taş nakışları ile insanın ilgisini çeken Deyrulzafaran Manastırı’nın bir başka özelliği de 1895’te vefat eden 4. Petrus’un 1874 yılında İngiltere’ye yaptığı bir ziyaret sırasında satın aldığı matbaayı 1876 yılında Manastır’a getirmesi. Bu sayede matbaada 1969 yılına kadar başta Süryanice olmak üzere Arapça, Osmanlıca ve Türkçe kitaplar ile 1953’e kadar Öz Hikmet adında aylık bir dergi basılmış. Rehber bu matbaayı da bizlere gösterdi.

Gezinin son bölümünde ise güneş tapınağına indik. Çeşitli nedenlerden dolayı zemini zamanla dolduğu için oldukça basık olan alanın önümüzdeki yıl kazılacağını büyük bir heyecanla anlatı rehberimiz.

Bu güne kadar Türkiye’de gördüğüm en iyi “bilete dahil” fiyatlı rehberlik hizmetiydi.

Manastırdan sonraki durağımız, Mardin’in 30 kilometre güneydoğusunda bulunan Oğuz Köyü’nde yer alan Dara Antik Kentiydi.

Tarihte Yukarı Mezopotamya’nın en önemli yerleşim yerlerinden birisi olan Dara, İmparator Anastasius’un (491-518) girişimleriyle 505 yılında, Doğu Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırını Sasanilere karşı korumak için askeri amaçlı bir garnizon kenti olarak kurulmuş.

Cansın arabadan inip kenti görür görmez, “tıpkı Ürgüp gibi” dedi. Gerçekten de kaya içine oyulan yapılardan oluşan kent Ürgüp’ü andırıyordu.

Kilise, saray, çarşı, zindan, tophane ve su bendi kalıntıları görülebilen kentin çevresi 4 kilometrelik bir surla korunuyormuş.

Dara’dan çıkarken “fotoğraf çekeyim mi?” diyen bir elemana Midyat’ın ne kadar uzakta olduğunu sordum. Adam Nusaybin üzerinden gidebileceğimizi ve 85 km olduğunu söyledi. Fakat Yandex 55 km’de bu işi çözeceğini iddia ediyordu. Biz de ona güvenip düştük yollara. Fakat bir süre sonra uçurum, daralan, bozulan, çukurlu, taşlı ve kimsenin olmadığı yollardan ötürü tırsmaya başladık. Yaklaşık 10 km sonra yolları çok kötü olan bir köye geldik. Orada gördüğüm bir gence “Midyat’a buradan gidebilir miyiz?” diye sordum. Çocuk şaşırmış bir şekilde önce bana sonra arabaya baktı ve “gidilir Abi ama bu arabayla gidilmez. Yazık olur!” dedi. Teşekkür edip Yandex’i kapattık ve maps’i açıp önce Dara sonrasında Nusaybin ardından da Midyat’a ulaştık.

Nusaybin’den Midyat’a giderken Haydar’ın önerdiği ama çok koştur koştur olacağı için uğramaktan vazgeçtiğimiz Beyazsu’yun yanından geçerken nehir nedeniyle tabiatın birden değişiğini ve ağaçlandığını görüyorduk.

Eski Midyat’a ulaşınca taş evlerin oldukça Mardin’e benzediğini fark ettik. Fakat Eski Mardin’in o ihtişamlı manzarası ya da dar sokakları yerine düz bir alana sıkışmış, birçok yeri yeni yapılarla değiştirilmiş köy vari yolları olan, araba insan kalabalığı ve sıcak karşılıyordu bizi.

O yüzden ikinci gün Kana’da tanıştığımız ve bizim otelde kalan kadınların “kesin bir şeyler yiyin” dediği Gelüşke Han’ını sora sora bulduk ve yiyecek bir şeyler söyledik. Anladığımız kadarıyla Mardin’deki Mardin tabağı burada aynı içerikle Midyat tabağı olarak sunuluyordu. Birkaçını sipariş edip denedikten sonra Eski Mardin’i özlediğimizi fark ettik.

Biz yemeklerimizi yerken Midyat’ta çekildiğini öğrendiğimiz Hercai dizisinin çekim ekibi hanın girişine çekim yapmak için son hazırlıklarını yapıyorlardı. Tam başlamak üzereyken çıktık ve hızlı adımlarla arabaya dönüp en çok merak ettiğimiz yer olan ve Haydar’ın büyük bir istekle önerdiği Kıllıt köyüne doğru sürmeye başladık.

Savur ilçesine bağlı terk edilmiş bir Süryani köyü olan Kıllıt’a doğru ilerlerken yolun kenarından akan su, yemyeşil doğa, gelincik tarlaları muhteşem görünüyordu.

Yeşilin her tonundaki tarlaların içinden süzüle süzüle ilerlerken bir anda karşımıza bir vahaymışçasına taş evlerle dolu Kıllıt köyü çıktı.

Kayıtlara göre 1960’ta 350 ilkokul öğrencisi olan ve binlerce Süryani’nin yaşadığı köyün en büyük özelliği Protestan, Katolik ve Ortodoks mezheplerine ait kiliselerin bir arada bulunması.

Bu özelliği sayesinde dünyada üç Hristiyan mezhebinin bir arada olduğu nadir yerlerden biri olarak gösteriliyormuş.

Köyün ortasında yer alan Süryani kilisesi Mor Yuhanun 4. yüzyılda yapılmış.

Göç nedeniyle zamanla neredeyse tüm evlerin boşaldığı ve günümüzde sadece birkaç ailenin yaşadığı köyü dolaşırken biz de sadece birkaç kişiyi gördük.

Bugüne kadar gördüğüm en güzel köylerden biri olan ve bu kadar güzel bir doğa içerisinde, bu kadar güzel taş evlerin yıkılmaya terk edilmesi ve yolların tamamen bozuk olmasına insan gerçekten şaşırıyor.

Köyden arabaya doğru ilerlerken irili ufaklı bir keçi sürüsünün de bulunduğumuz yere doğru geldiğini fark edip video çekmeye başladım. Otların arasından geçen keçilerin beni görünce birden afallayıp durduklarını zannedip geri çekilmeye karar vermiştim ki, köye geldiğimiz andan itibaren bizim peşimizden ayrılmayan ufak köpekten ötürü hareket etmediklerini anladım. İşin garibi keçiler korksalar da köpek benim ayaklarımın dibinde kendi kuyruğuyla falan oynuyordu. Yani keçiler umurunda bile değildi. Bir süre daha bekledikten sonra keçilerden biri koşarak yola aladı, ona bir şey olmadığını gören diğerleri de hızlanarak onu takip ettiler ve keçiler uzaklaştılar. Çok sevimliydiler!

Cansın’la arkamızı dönüp yola devam ederken ufak köpeğin bize doğru koştuğunu fark edip arkamızı döndüğümüzde çoban çocuğun iki tane büyük çoban köpeğini zaptetmeye çalışırken bize “uzaklaşın da size saldırmasınlar” diyordu.

Akşam Zahit ve Haydar’ın gülerek, “köpekler musallat oldu mu size?” diye sordukları ve her gittiklerinde onlara musallat olduklarını söyledikleri köpekler bunlar olmalıydı. Allahtan biz çoban çocuk sayesinde yırtmıştık. Giderseniz köpekler sizin de aklınızda olsun.

Kıllıt’tan çıktıktan sonra yine muhteşem doğa görüntüleri arasında süzülerek Mardin’e vardık.

Yemek için son kez Leyli’deydik. Bu sefer sevdiğimiz şeyler yanına bir de kaburga dolması sipariş ettik.

Yemeğin ardından alışıldığı üzere Marangozlar Kahvehanesindeydik. Tüm dostlar bir araya gelip muhabbet ettikten sonra vedalaştık. Ardından da Haydar’ın “kesin görmeniz lazım” dediği İzla Art’a geçtik.

Sandalyeden masaya kadar her şeyin eşsiz olmasından ötürü aklıma 2009’da gittiğim Budapeşte’deki Yahudi mahallesinde yer alan ve benzer özelliklere sahip olan Szimpla Kert’i (Basit Bahçe) geliyordu. İçerideki perdede siyah beyaz, sessiz bir filmin oynaması da Viyanda’da gittiğim aynı zamanda sineması olan bir barı anımsatıyordu.

Duvarları süsleyen birbirinden güzel posterler, etrafa yayılmış “incik boncuklar” ve barın mutfağı çok güzel görünüyordu. Barı işleten Gabi’ye veda ederrken “keşke daha önce görseydik” dediğimizde o da bize oldukça cool bir şekilde, “görmüş olmak, hiç görmemiş olmaktan iyidir” diyordu.

İzla Art’an sonra Haydar’a da veda etik ve son gece için otelin yolunu tuttuk.

10 Mayıs 2019, Cuma

Sabah kahvaltının ardından ilk iş olarak hemen otelin üstünde yer alan Sultan İsa ya da daha bilinen adıyla Zinciriye Medresesi’ne gittik.

Artuklu Sultanı Melik Necmettin İsa bin Muzaffer Davud bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılan medrese aynı zamanda Melik Necmeddin İsa’nın Timur’la yapılan savaşın ardından hapsedildiği yer olmuş.

Medresede, Kız Yurdu’nda bizim fotoğraflarımızı çeken ufaklıkla karşılaştık. Onun önerileriyle birkaç fotoğraf çektikten sonra Tacettin Usta’nın dükkanı uğradık fakat henüz açılmamıştı. Biz de Ankara’ya götürmek için Süryani çöreği alalım diye ana cadde üzerinde dolaştık fakat açık hiçbir yer yoktu. Alacakları son güne bırakmamak gerek diyerek son kez Süryani çayı içelim diye Kana kafeye baktık ama o da kapalıydı. El mecbur otelin yolunu tuttuk.

Bir süre orada takıldıktan sonra bize otelde çok yardımcı olan ve aynı zamanda Zahit’in ilkokuldan arkadaşı olduğu için bize onun uçurtma sevdasıyla ilgili oldukça komik anılarını paylaşan Şehmuz’la bir anı fotoğrafı çektikten sonra son bir şans ustanın dükkanına uğradık. Dükkan açılmıştı ama usta Kenyemeken’daydı. Onu bulup vedalaştık ve arabaya atlayıp havaalanına geçtik.

Önce arabayı teslim etik ardından da tadı damağımızda kalmış bir şekilde uçağa binip evin yolunu tuttuk.

Özellikle Ankara’lı bir Ermeni olan Rafi Abi’yi tanıdıktan sonra farklı etnik kökeni ya da dini inanışı olan Ankara’lı insanların bu şehirde hala yaşıyor olması durumunda nasıl bir ortam oluşacağını düşünüp duruyordum. Mardin’de bu düşüncenin, muhtemelen geçmişe göre çok ufak ölçekli bir halini görmek benim için gezimizin en ilgi çekici yanıydı. Müslüman, Katolik, Protestan, Ortodoks, Süryani, Türk, Ezidi, Kürt ve Arabın bir arada yaşadığı, her gün bir şekilde birbirlerine temas etiği bir mozaiği oluşturan Mardin, etnik köken ya da dini inançları farklı olan insanların aynı çatı altında bir arada / birlikte yaşayabileceğini görmek ve gelecek için tüm dünyayı hayal etmek için güzel bir örnekti benim için.

Anı Videosu;

Bir de gezi günlüğü skoru ekleyelim yazıya;

Mardin, bir şekilde sınırları içerisinde bulunduğum 47. il oldu. Bundan önceki 46 il şöyle; Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bartın, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Elazığ, Eskişehir, Giresun, Gaziantep, Ispartaİstanbul, İzmir, Karabük, KastamonuKayseri, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Mersin, Muğla, Nevşehir, Niğde, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, Sinop, Sivas, Şanlıurfa, Tokat, Trabzon, Yalova.

Mardin, Midyat, Dereiçi Köyü (Kıllıt) Gezi Günlüğü – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.