Macar yazar Agota Kristof’un 1986, 1988 ve 1991 yıllarında yayınladığı üçleme, Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan, oldukça yalın ve belki de bu yüzden oldukça sarsıcı bir dille, yaşanılan travmalar sonucu kaybolmuş hayat hikayelerini ikiz kardeşler üzerinden kaleme alıyor.
Büyük Defter’deki ikiz kardeşin, içinde yaşadıkları çıldırmış dünyaya ayak uydurmak için hissizleşme alıştırmalarının aslında her birimizin yaşadığı kötü olaylardan sonra bilinçsizce, ya da belki de asla yüzleşmek istemediğimiz ama bilinçli olarak, yaptığımız alıştırmalar olduğunu fark etmek benim açımdan oldukça ilginç bir deneyim oldu.
Arka Kapak;
Agota Kristof’tan savaş, yıkım, göçmenlik, kimlik, insanlık ve yazmak üzerine tüyler ürpertici bir üçleme…
Zamanın ve adın olmadığı bir coğrafyada, savaşın, felaketin, yoksulluğun ortasında anneannelerine emanet edilmiş küçük ikizler, bir yandan hayatı anlamaya çalışırken bir yandan da ne pahasına olursa olsun hayata sıkı sıkı tutunmaya çalışırlar. Gün gelir ikizlerin yolu ayrı düşer. Bir daha görüşebilecekler midir? Belki de, sınırları aşmak, sadece mekânları ve kişileri değil, kimlikleri ve hatta geçmişi bile değiştirebilir…
Kitaptan;
Bellek Güçlendirme Alıştırmaları
Anneanne bize, “İtoğlu itler” diyor.
Kimileri, “Cadı’nın piçleri! Orospunun dölleri!” diyor.
Kimileri de: “Aptal. Serseri. Sümüklü. Eşek. Kirloş. Domuz yavrusu. Rezil. Aşağılık. Çürümüş hayvan leşi. Küçük boklar. Katil tohumu. İpten kazıktan kurtulmuş…”
Bu sözleri duyunca yüzümüz kızarıyor, kulaklarımız çınlıyor, gözlerimiz batıyor, dizlerimiz titriyor.
Artık ne kızarmak ne titremek istiyoruz, küfürlere, bizi yaralayan sözlere alışmalıyız.
Mutfaktaki masanın başına karşılıklı oturuyoruz, göz göze, en ağır sözleri söylüyoruz.
Biri: “Süprüntü. Göt deliği.”
Diğeri: “Götveren, aşağılık.”
Sözcükleri duymaz, hatta beynimize ulaşmaz hale gelinceye kadar tekrarlıyoruz.
Her gün yarım saatlik böyle bir alıştırmadan sonra, sokaklarda dolaşıyoruz.
İnsanları bize hakaret etmeye zorluyoruz, sonunda kayıtsız kalabildiğimizi fark ediyoruz.
Ama eskiden kalma sözcükler de var.
Annemiz bize, “Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim” derdi.
Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz doluyor.
Bu sözcükleri unutmalıyız, çünkü artık kimse bize böyle şeyler söylemiyor, bu sözcüklerin anısı da taşınamayacak kadar ağır.
böylece alıştırmaya başka bir yönden başlıyoruz.
Şöyle diyoruz: “canlarım. Aşklarım. Sizi seviyorum… Sizi hiç terk etmeyeceğim. Yalnızca sizi seveceğim…. Her zaman… Sizler benim için hayatsınız…”
Tekrarlamaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor.
* * *
Ama hayat bir şey olmalıydı ve ben o şeyin olmasını bekliyordum, o şeyi arıyordum.