Kadersiz ve Şişman
Rıfat, artık elli yaşında ya, bir oğlu olduğunu hayal ediyor. Ona Oktay adını koyacak, baba oğul bir şairin adını yaşatacaklar. Bir gram uyku uyumadan geçen geceleri, gazını çıkarmayı, altını değiştirmeyi, Oktay’ın annesiyle tartışmaları, yuvaya yazdırmayı falan bir çırpıda geçiyor. Çocuk bu, çabuk büyüyor, okumayı yazmayı söküyor, birlikte kitap okuyorlar, uzun bir tren yolculuğuna çıkıyorlar, ona yüzmeyi ve babasına hayran olmayı öğretiyor.
Oktay ortaokuldayken Rıfat, bir yönetmen arkadaşından oğlunu filminde oynatmasını rica ediyor. Küçük bir rol. Sonra elbette daha büyük roller gelecek. Oktay sinema dünyasına girecek, birbirinden farklı rolleri büyük bir başarıyla canlandıracak. Ona “insanımızın acımasız aynası” diyecekler. Yurtiçinde ve yurtdışında sayısız ödül alacak. İşte böylesine büyük bir başarının ilk basamağı olan bu küçük rolde Oktay kırtasiyecide çalışan bir çocuğu canlandırıyor. Başroldeki adamın kimliğinin fotokopisini çekiyor. Rıfat’a göre bayağı başarılı. Yönetmen, mükemmeli aradığından sahneyi altı kez tekrarlıyor. Oktay, daha ilk rolünde bir profesyonel gibi, hepsinde aynı özenle oynuyor. Özellikle fotokopi ücretini müşterisinin yüzüne bakmadan, umursamazca harika. Yönetmen de Rıfat’a oğlunu övüyor. “Bu çocuğun önü açık!” diyor.
Rıfat sabırsızlıkla filmin gösterime girmesini bekliyor, günler geçmek bilmiyor. Arada sırada yönetmeni arayıp filmin hangi aşamada Olduğunu soruyor. Oğlu Oktay ise çoktan unutmuş filmi, kendi dünyasında. Bir pazar günü telefon çalıyor. Arayan yönetmen. Nihayet, diye düşünüyor Rıfat. Yönetmen hal hatır soruyor, sonra film ile ilgili bilgiler veriyor. Bir sürü gereksiz ayrıntı… Belli, söylemek istediği başka bir şey var. Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor: Oktay’ın oynadığı sahneyi kurguda çıkardıklarını söylüyor. “Filmin orasında bir sarkma vardı,” diyor, “birkaç sahneyi çıkarıma rahatladı.”
Rıfat, sanatsever biri sonuçta, anlayışla karşılıyor. “Sinemada ritim çok önemli,” diyor. En kısa zamanda buluşup bir rakı içmek üzere sözleşiyorlar.
Hüsran! Film gösterime girdiğinde Rıfat. mümkün değil Oktay kurstan eve gelince ona kötü haberi nasıl söyleyeceğini düşünüyor. Gözü saatte. Oğlunun gelmesine yakın tost yapıyor, portakal suyu sıkıyor. Oktay eve girdiğinde her zamanki gibi ayakkabılarından birini bir tarafa ötekini bir tarafa atıyor. Çantasını kapının kenarına bırakıveriyor. Hemen mutfağa girip tostuna saldırırcasına yemeye başlıyor. Rıfat, oynadığı sahnenin çıkarıldığından habersiz oğluna bakıyor: Dünya umurunda değil çocuğun, gelecek, parlak sinema kariyeri, hiçbir şey umurunda değil. Bu aldırmazlık Rıfat’ı önce sinirlendiriyor, hemen sonra içi kararıyor. Oğlunun da kendisi gibi kadersiz ve şişman olacağını düşünüyor, başarısız ve şişman.
Çocukluğun İcadı, İlk Deneme
Rıfat bir süredir çocukluğunu icat etmeye uğraşıyor. İlk denemesi epey başarılı. Buna göre Rıfat, sırtını büyük. bir ormana dayamış tek katlı bir köy evinde doğuyor. Çocukluğu bu köyde geçiyor. ‘Evlerinin biraz aşağısında bir dere var. Çağıltısı hiç dinmiyor. Dere: Hep gidiyor ama hep orada. Tam Rıfat’a göre, yani hep gitmek ama hep ayni yerde kalmak. Rıfat dereyi tutkuyla seviyor, dereye özeniyor. Ona benzeyip benzemediğini görmek için boyu yettiği günden beri aynada kendine bakıyor. Saçını derenin akış yönünde tarıyor, bakışlarına küçük girdaplar yerleştirmeye çalışıyor. Sonra başı dönüyor, aynadan uzaklaşıyor.
Derenin nereden, nasıl doğduğunu görmek için bağların bahçelerin ortasından, ormanın kıyısından saatlerce yürüyor, tepeleri tırmanıyor, kayalarda sekiyor. Derenin doğduğu yere ulaşınca, bir taşa oturup suyun yeryüzüne çıkışını seyrediyor, çocukça bir hüzün duyuyor. Az önce taşın toprağın kaygan, karanlık dilini konuşurken şimdi aydınlıkta, gözlerini kırpıştıran, durmadan dudaklarını yalayan bir bebek gibi mırıldanıyor su. Aşağıya, köye doğru akarken, bulduğu kuytularda birikiyor ve üzerine eğilen canlıların yüzünü yansıtıyor.
Rıfat da o günden sonra kuytularda, tenhalarda biriktiriyor; kendisine yaklaşan insanların imgelerini pırıl pırıl bir biçimde onlara geri vermek için sakin, durgun ve kıpırtısız olmaya çabalıyor.
Kitabın arkasından;
Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etti. “Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” dedi. Gökyüzüne baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında hiçbir şey yoktu. Çağımızın çıplak güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği, bulutları ve kuşları… Maviyi bile yok etmişti, sonra da sırasıyla diğer renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve anlamları. İnsan bu yoklukta yeni bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar ederdi.
Rıfat, zamanımızın bir kahramanı gibi, bir niteliksiz adam gibi, bir aylak adam, bir lüzumsuz adam gibi, bir “R.” gibi, geziyor hayatın içinde. Hayat, arada Rıfat’ın dükkânına da uğruyor. Rıfat, filmleri, kitapları, hayalleri, fikirleri, dertleri, mes’eleleri de geziyor. Ortaya sorulmuş soruları üzerine alınıyor, bazı. Neyin peşinde bu adam?
Rıfat, bir hikâyenin içinde midir, anlamaya çalışıyor, insanın bir hikâyenin içinde olduğunu anlamasının yolunu arıyor… Seyrek yağmura şemsiye açılır mı?