22 Haziran 2017, Perşembe (Paris)
Sabah yaptığımız ufak bir kahvaltının ardından hazırlanıp 11.20’de alışıldığı üzere Nation’a gidip bu sefer 6 numaralı metroya binip Bir-Hakeim’de inerek Eiffel Kulesine doğru yürümeye başladık. Bu hattaki metrolar daha önce bindiklerimize göre daha eskiydi. Mesela duraklarda kapıları açmak için kolu 180 derece yukarı doğru döndürmeniz gerekiyordu. Metro istasyonlarının bazılarından çıkmak için yanınızda biletinizin olması gerekiyordu. Çünkü çıkışta da turnikeleri açmak için bir kere daha biletleri kullanıyordunuz. Paris bugüne kadar gittiğim ülkeler arasında toplu taşımada en fazla bilet denetimin yapıldığı şehirdi. Fakat buna rağmen göz göre göre turnike üstünden atlayanlar, çıkan insanların ardından içeri dalanlar ya da çıkışlarda çıkan insanlara yakın geçip dışarı çıkan bir sürü insanı görmek mümkündü.
Hava sıcaklığının 39’a çıkacağı şimdiden hissedilebiliyordu. Kulenin bulunduğu alana ulaştığımızda beklediğimden çok daha az turist olması isabetti doğrusu.
Sıra bana geldiğinde görevli “sadece 2. kata çıkmak için 11, 2 ve en üst kata çıkmak için 17 Euro lütfen” dedi. Gelmişken zirve yapmak gerek diyerek 17 Euro verip önce arama ardından da asansör için beklemeye başladım.
Beklerken sürekli göz gezdirdiğim “demir yığını” şeklindeki kulenin şekli, rengi ve basit yapısı, hiç beklemediğim şekilde beni büyülüyordu.
Fransa gezim sırasında gördüğüm en orijinal ve etkileyici yapı hiç şüphesiz Eiffel Kulesiydi.
Asansörü beklerken, sonradan Bangladeşli olduğunu öğreneceğim, orta yaşlı bir adam başka turistlere sarmış uzun uzun geyik yapıyordu. Asansörde de başka turistlere sardığına şahit oldum.
İkinci kattan şehir, tarihi yapılar, bahçeler, köprüler ve Sen nehri gayet güzel görünüyordu.
Gezintinin ardından bir kere daha asansör sırasında beklemeye başladım. Az sonra bizim Bangladeşlinin heyecanlı bir şekilde arkadaşlarıyla muhabbetlerini işitiyordum.
En üst kat haliyle daha havalıydı. Mesela şampanya satın alabiliyordunuz. Ya da Gustave Eiffel’in saygın misafirlerini ağırlamak için kulenin tepsinde yaptırdığı küçük odayı görebiliyordunuz. Odada 10 Eylül 1889 yılında Eiffel’in kızı Claire ile birlikte Tomas Edison’u ağırlaması sahneleniyordu.
En üst kattan şehri daha da kuş bakışı ve güzel görünüyordu.
Bir ara video çekerken çaprazdaki bir kadının birkaç kez “oh my god!” demesine tepkisiz kalamayıp kafamı çevirdim. Erkek diz çökmüş evlenme teklif ediyordu. Konuklar kısa bir süre durup kadının cevabını bekledi. “Evet”den sonra önce alkış, ardından da tebrikler edildi ve herkes kaldığı yerden gezisine devam etti.
Bu sefer de aşağıya inmek için asansör bekliyordum. Asansöre bindiğimde Bangladeşli Abi asansör görevlisi siyahi genç kıza şakalar yapıyordu. Asansör önce alışveriş yapılabilen 1. katta durdu ardından da yere indi. Eiffel gezisi 2 saat sürmüştü.
Saat 3’e geliyordu ve sıcaklık iyice yükselmişti. Kısa yürüyüşümüz sırasında etrafta sürekli at kestanesi ağaçları görmek, Oslo’dan sonra bir kere daha şaşırmamı sağlıyordu. Çünkü çocukluğu geçirdiğim Esat’taki Başçavuş sokağın neredeyse tamamı at kestaneleriyle kaplı olduğu için bana çok sıradan bir ağaç gibi gelse de Oslo’da ya da Paris’te tüm turistlik yerlerde bu ağaçla karşılaşmak garipti 🙂
Bir şeyler yemek için gözümüze kestirdiğimiz Relais de la Tour’a oturduk ve ördek ve elmalı tart sipariş ettik. Arkadaki televizyonda yüksek sıcaklar nedeniyle Eiffel’in yanındaki havuza girmiş çocuk ve yetişkinlerin görüntüleri dönüyordu. Kızarmış ördek but ve azcık karamelize edilmiş soslu elma turtası gayet güzeldi.
Yemeğin ardından nehre doğru yürürken gözümüze çarpan ilginç yapı Rus Ortodoks Holy Trinity Katedraliydi.
Zafer Takı’na (Arc de triomphe de l’Étoile, 1806-1832) doğru yürümeye başladım. Napolyon Bonapart, Austerlitz savaşında galip gelen Fransız askerlerine “evinize zafer taklarının altından geçerek döneceksiniz” diye seslenmiş ve 1806’da takın yapılmasını istemiş. Fakat araya giren bir sıra olay nedeniyle tak ancak 26 yıl sonra tamamlanabilmiş.
12 caddeye yol veren geniş ve büyük bir döner kavşakta yer alan tak gayet güzel görünüyordu.
Hava çok sıcak olduğundan, biraz serinlik vermesi için midir bilinmez ama geldiğimiz günden bu yana birçok sokaktaki kaldırım kenarlarında temiz ve berrak su aktığını görüyordum. Ayrıca Paris’te geldiğimizden bu yana gördüğümüz motosikletlerin büyük bir bölümünün önünde iki tekerlek olması da ilginç bir ayrıntıydı.
Nehir kenarından bir süre yürüdükten sonra Grand Palais’ın (Grand Palais des Champs-Élysées, 1897-1900) önünden geçip Champs-Élysées’yi kestik ve Concorde Meydanı’na (Place de la Concorde) ulaştık.
Muhtemelen Fransa bisiklet turu nedeniyle sokakların kenarlarına portatif tribünler yapılmıştı.
Yol üstünde gördüğümüz Aux Delices de Manon’a oturup ahududulu milföylü bir tatlı ve frambuaz, limon ve passion fruitlu sorbe/dondurma yedik. Hepsi pek lezizdi ama keşke seçimlerimizin hepsi ekşi olmasaydı. Bu dükkanın bir ilginç yanı ise oturursanız fiyatların daha yüksek olmasıydı. Muhtemelen bu yüzden maps’teki puanı 5 üstünden 2,2.
Hesabı ödedikten sonra Aşçı Fare (Ratatouille / Ratatuy) animasyonunda, penceresinde ölü farelerin asılı bulunduğu “haşere ile mücadele” dükkânını görmek için maps’te işaretlediğim yıldızı takip etmeye başladık. Fakat o yıldız aslında bizi dünyaca ünlü makaroncu Ladurée’ye götürüyordu.
Evde de defalarca yapmayı denediğim ama orijinalini ilk kez yiyeceğim makaroncuda renkler, çeşitler ve elbette fiyatlar göz kamaştırıcıydı. Tanesi 2,1 Euro olduğu için 5 tane seçtik. Original Columbia (çikolatalı), lavantalı, yeşil elmalı, passion fruitlu ve portakal çiçekli.
Tattığımda ilk fark ettiğim şey kabuğun benim yaptığım gibi kıtırımsı olmadığı idi. Acayip derece ince ve hafif bir baskıyla kırılabilir yumuşakçaydı. Kolombiya çikolatalı hariç dolgu bölümü de benimkinden çok farklıydı. Zira benim kullandığım tarifte dolgu malzemesi çikolatayı eritip içine eklenerek hazırlanıyordu. Oysa burada jölemsi bir kıvamda marmelat şeklindeydi. İlk denememde bu ayrıntılara önem vermeye karar verdim çünkü artık önümde gerçek bir örnek vardı! 🙂
Ara ara durarak leziz makaronları ufak ısırıklarla mideye indirdikten sonra önce Aşçı Fare‘ndeki ünlü “haşere ile mücadele” dükkanına (Destruction Des Animaux Nuisibles) uğradık. Ancak kepenk kapalıyken bir fotoğraf çektim. Kapanlara asılı olan farelerin 1925’te Sen nehrinden gelen gerçek fareler olduğunu gösteren yazıyı okuyunca animasyondaki sahne daha da gerçek bir hale büründü.
Chatelet’den metroya binip eve ulaştığımızda endomondo “12km yürüdünüz” diyordu.
Evde bir süre pinekleyip dinlendikten sonra 9 numaralı metroya binip akşam yemeği için Oberkampf’a gittik. 13 Kasım 2015’te yapılan vahşi terör saldırısında 100 kişinin hayatını kaybettiği Bataclan da bu bölgede yer alıyordu. (Arles’dan döndükten sonra gittiğimiz Pere-Lachaise mezarlığında da bu saldırıda yaşamını yitirmiş 21 yaşındaki genç bir kadının mezarını görecektik.)
Bir süre etrafta dolaştıktan sonra Zeynep’in “kesin bruncha gidin” dediği BigLove’da şansımızı denemeye karar verdik. İçerisi tıklım tıklımdı ve ortam gayet güzel görünüyordu. Menüye bakınca lokantanın İtalyan yemekleri yaptığını fark ettik. Yediklerimiz arasında en nefisi stracciatella ve trüf mantarlı burrate idi. Bir çeşit mantarla yumuşak ve sulu peynirin karışımı olan yemek, zeytinyağı ve ekmekle birlikte çok lezzetliydi bayıldık.
Böylece Paris’e bir virgule koyup bir sonraki gün Arles’a doğru yelken açacaktık…
Paris, Arles – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 7’yi okumak için tıklayın…