Kullanım süreleri bitmek üzere olan millerimizle 2016’nın son günlerinde yaklaşık 800’er TL’ye (216 Euro) Paris’e gidiş-dönüş uçak biletlerimizi aldık ve 6 ay sonraki Fransa yolculuğumuzu beklemeye başladık.
Mayıs ayının son günlerde Paris’te yaşayan Zeynep ve Ela’nın önerileriyle, hem daha az turistlik olduğu, hem de metroya ve Arles’a gitmek için kullanacağımız Gare de Lyon tren garına yakın olduğu için, Viyana’daki gibi bölge bölge planlanmış olan merkez Paris’in 11. bölgesinde (11th Arrondissement) karar kılıp, Yunanistan, Danimarka ve Norveç’ten sonra Fransa’da da Airbnb kullanarak 6 gece için 1704 TL’ye (425 Euro) bir ev kiraladık.
Sophie, “Paris’te neler yapılabilir” adlı harikulade bir liste hazırlayıp bize gönderdi. Gitmemize bir-iki hafta kala ben de o listedeki yerleri yakınlıklarına göre sıralayıp görmek istediğim birkaç yeri de ekleyerek 6 günlük bir plan hazırladım. Artık gitmeye hazırdık.
20 Haziran 2017, Salı (İstanbul, Paris)
(1 Dolar: 3,5278 TL – 1 Euro: 3,9355 TL)
Haziranın son günlerinde olmamıza rağmen hiç alışık olmadığımız bir şekilde nerdeyse tüm Türkiye’de bol bulutlu, rüzgârlı ve yağmurlu günler geçiriyorduk. 19 Haziran Pazartesi günü Ankara 18-20 derece arasında dolaşıyorken Zeynep, “Paris yanıyor, 32 derece” diye mesaj atıyordu. Oysa ben bunun tam tersine alışkındım. Hakan’la Rancid konseri için 2012 Temmuz’unda Viyana’ya gittiğimizde Türkiye cayır cayır yanarken Viyana 19-20 derece arası seyrediyor ve ara ara deli gibi yağmur yağıyordu. Ya da geçen yıl Temmuzun son günlerinde Kopenhag’da geçirdiğimiz ilk gün bol güneşli olunca kaldığımız evin sahibi, “şanslısınız çünkü Kopenhag’da tüm günün güneşli olduğu çok ender olur” demiş, Göteborg’a döndüğümüzde de soğuk rüzgârlar nedeniyle tir tir titremiştik.
Salı sabahı saat 4.15’te kalkıp 75 TL ödediğimiz transfer aracına atlayıp 4.45’te yola koyulduk. Bavulları teslim edip, yurtdışı çıkış harçlarımızı ödedikten sonra tıpkı Samsun ve Gaziantep’e giderken uçakta business class olmadığı için önlerden seyahat edebildiğim gibi, benzer bir durum nediyle bu sefer de 6A ve 6B’ye oturup güzel bir görüş açısı eşliğinde İstanbul Sabiha Gökçen’e uçtuk. Yolculuğun en efsanevi anı, uçağın bulutlar üzerine düşen gölgesini takip ettiğimiz harikulade zamandı. Çünkü uçağın gölgesi uzaktaki bir bulutun üzerinde minicik görünürken hemen akabinde yakındaki bir bulutun üzerinde kocaman görünüyordu. Defterlerin sayfa kenarlarına çizilen ve hızlıca çevrildiği zaman canlanan bir çizim gibi! (Aşağıdaki videoyu izlerseniz demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.)
Uçaktan indiğimizde bir görevli yurtdışı aktarması olanları kısa pasaport geçişine yönlendiriyordu. Biz de seve seve yönlendik. Sıra bize geldiğinde görevli incelemenin ardından “yurttan çıkış damgası basmasam olur mu?” diye sordu. Şaşırmıştık. “Eğer sorun olmayacaksa vurmayın nasıl isterseniz” diye yanıt verdik. “Mürekkebim bitti o yüzden sordum ayrıca bazıları damga basmamızı istemiyor zaten” dedi. Bir kere daha şaşırdık. “Nasıl isterseniz” dedik. Mürekkebe defalarca basıp zorlayarak yarı silik bir damga bastı ama ilginçtir benim harç puluna değil de başka bir yere damga attı. İtiraf etmeliyim ki, “dönüşte de damgalanmazsa bir sonrakine de bu harç pulunu kullanırım” diye sevindirik oldum!
8.35’te de Sabiha Gökçek’ten Paris Charles de Gaulle havaalanına doğru uçmaya başladık. İstanbul’a yapılmakta olan ve muhtemelen kısa bir süre sonra o bölgedeki tüm yeşil alanların yok olmasını sağlayacak olan 3. Köprüyü ilk kez gördüğüm yolculuk sırasında İstanbul’dan çıktıktan sonra hayatımda ilk defa tüm Avrupa’yı neredeyse tek bir bulutla bile karşılaşmadan aşıyorduk. Belki de bu yüzden, yine hayatimde ilk kez, bizle aynı anda farklı yönlere uçan bir sürü uçak görüyordum.
Uçak yere indikten sonra körükten geçerek bizim geldiğimiz uçakla İstanbul’a uçacak olan insanların etrafındaki cam koridorda tek sıra halinde yürümeye başladık. Koridorun sonunda 4 tane polis memuru pasaportlardaki resme ve akabinde pasaport sahibine ardından da vizeye bakıp hızlı bir ön kontrol yapıyorlardı. Bu da benim için bir ilkti. Onları geçtikten sonra, yine ilk kez, pasaport kontrolünden önce duty free alanına ulaşıyorduk.
Bir süre bakındıktan sonra bagajları alacağımız yere doğru yürümeye başladık ve pasaport kontrolünden geçtikten sonra bagajlarımızı alıp merkeze inmek için kullanacağımız trene ulaşmak için Terminal 1’den 3’e (Roissypole) geçmek için kısa mesafeli ücretsiz shuttle metroya bindik. 10’ar Euro ödeyerek aldığımız tren biletleriyle RER B’ye binip Châtelet – Les Halles’e gittik ve oradan da RER A’ya geçip evin bulunduğu Nation durağına ulaştık.
Yürüyerek Guénot sokağında kiraladığımız eve varıp daha önce haberleştiğimiz Melina’yla buluşup anahtarları teslim aldık.
Tek oda, tuvalet/banyo + mutfaktan oluşan küçük ama pek şirin evin mutfak penceresinden avluya baktığımda aklıma Milano’da kaldığımız Derya’nın evi geliyordu. Çünkü onun da mutfak balkonu benzer bir avluyu görüyordu.
Eve yerleşip bir süre dinlendikten sonra yarım günlük planı yerine getirmek ve gezimize start vermek için metro istasyonuna doğru yürümeye başladık.
Az önce geldiğimiz metro istasyonuna ilk gördüğümüz girişten girmek istesek de bilet alacak yer olmadığını fark edip meydanın diğer yanındaki girişe yöneldik. Böylece Paris’te aynı istasyon bile olsa farklı hatlara gitmek için farklı girişler kullanıldığını ve her girişte bilet satılmadığını öğreniyorduk.
Kredi kartıyla tek kullanım ücreti 1,90 Euro olan biletlerden alıp 2 numaralı hatta doğru ilerledik. Nation metro istasyonu 2-6 ve 9 numaralı metro hatlarını ve daha uzak noktalara giden, ve bizim de havaalanından gelirken kullandığımız, tren hatlarından RER A’yı barındırıyordu. Bu yüzden de kiraladığımız evin çok iyi yerde olduğunu anlıyorduk. Çünkü gitmeyi planladığımız bir sürü noktaya tek bir hat kullanarak ulaşabilecektik.
Blanche’de metrodan inip ilk durağımız olan ünlü kabera Moulin Rouge’a (1889, Kırmızı Değirmen) ulaştık. Hem gece olmadığı için, hem de, muhtemelen, içerideki bir gösteriyi izlemek için yeterli bütçemiz olmadığını düşününce bir fotoğraf çekip bir sonraki durağa doğru yürümeye başladık.
35 derecelik hava sıcaklığı Paris’e adım attığımızda bir süre kemiklerimizi ısıtmış olsa da tabanvayla ilerlerken hararet yapıyordu. Ama olsun keyfimiz son derece yerindeydi.
İkinci durağımız benim listeye eklediğim ve Amelie’nin (Le Fabuleux Destin D’Amélie Poulain / Amelie from Montmartre) çekildiği mekânlardan biri olan Cafe des Deux Moulins’ti. Kafenin en ilgi çekici “ıvır zıvır” bilgisini de not düşeyim; Yönetmen Jean-Pierre Jeunet, Jodie Foster’a Kayıp Nişanlı (Un Long Dimanche de Fiançailles / A Very Long Engagement) için rol teklifini Amelie’nin çekimlerinde de kullanılan kafelerden birinde yaptı. Görüşmeleri sırasında içeride, Amelie’den ötürü kafeyi görmeye gelen bazı turistler vardı. Jeunet ve Foster’ı tanımayan turistler, kenara çekilmelerini rica edip kafenin fotoğraflarını çekip gittiler…
İlk hamlede kafede bir şeyler atıştırmayı düşünsek de tam karşımızda bulunan pastanedeki sandviç ve tatlılar daha ilgi çekici geldiler. Onları yedikten sonra kaldığımız yerden dolaşmaya devam ederken ilk kez bir peynir dükkânıyla göz göze gelip şaşkına döndüm! Daha önce birçok farklı Fransız peynirini büyük bir hazla mideye indirmiştim ama ne yalan söyleyeyim bu kadar çok farklı çeşit peynir olduğundan haberim yoktu! Sırf peynirleri denemek için tekrar tekrar Fransa’ya gelinirdi doğrusu…
Bir sonraki durağımız yine benim listeye eklediğim ve Amelie filminde kullanılan meşhur manavın kurulduğu apartman önüydü. Bu yerin en ilgi çekici yanı ise, gezerken Paris’te birçok yerde göreceğimiz gibi, iki sokağın kesişimindi bulunan ve üçgen şeklinde 3 farklı yönü birden gören ilginç bina yapısıydı. Bizim gibi filmin çekildiği noktaları gezen 13-19’lukları görmek de ilginç bir deneyimdi doğrusu.
Gezimizin ilk ciddi durağı 2006 yılında on milyon ziyaretçi ile Notre Dame Katedralinden sonra Fransa’da en çok ziyaret edilen anıt olan Sacré-Cœur Bazilikasıydı (1875, Basilique du Sacré-Cœur).
Son zamanlarda yaşanan terör olayları nedeniyle tüm turistlik alanların girişlerde çanta araması yapıldığını da ilk kez bazilikanın girişinde öğreniyorduk.
1875 yılında yapımına başlanan ve ancak 1914’te tamamlanan Katolik kilisesi Paris’in en yüksek noktasında bulunuyor.
Yüksek bir yerden şehri görmeye bayıldığım için bazilikanın içini dolaştıktan sonra tepeye çıkmaya karar verdim. 6’şar Euro ödeyerek tıpkı Milano’daki Duomo’nun ya da Brugge’daki Çan Kulesi’nin dar basamaklarından döne döne ilerlediğim gibi, ara ara durup dinlenerek ve toplamda 300 basamak atarak zirveye ulaştık.
Kulenin çevresinden dolana dolana Paris’i inceliyorduk.
Eiffel kulesi ya da şehirdeki gezilesi birçok nokta harikulade bir şekilde görünüyordu.
Tıpkı havaalanına inerken uçaktan gördüğüm gibi buradan da şehrin çok muntazam bir şekilde planlandığı çok net bir şekilde görülüyordu.
Geldiğimiz dar merdivenlerden inmeye çalışırken sürekli karşıdan birileri gelmesi çok can sıkıcıydı. Birkaç kişiye sürtüne sürtüne inmeyi denedikten sonra “bu böyle olmaz ya!” diyerek tekrar yukarı çıktık ve inişin farklı bir merdivenden yapıldığını görüp “rezil oldu çaktırmadan uzaklaşalım!” dedik.
Hayran kalmış bir şekilde aşağıya indikten sonra birçok sanatçının resimler, portreler çizdiği Ressamlar Tepesi’ne (Place du Tertre) yürüdük. Meydan oldukça renkli görünüyordu.
Bir süre etrafa bakındıktan ve bir süre oturup dinlendikten sonra hemen yanı başımızda duran dondurmacıdan aldığımız dondurmaları büyük bir hazla mideye indirdik. Dondurmaların tadı oldukça tok ve lezizdi. Dondurmacıdan satın aldığım suyu içerken faturaya göz attığımda adeta dumura uğradım. Çünkü az önce Sacre-Coeur’un çıkışında, “2 Euro’ya su mu satılır!” diye kızıp seyyar satıcıdan aldığımız suyu geri vermiştik ama dondurmacıdan aynı suyu 2,5 Euro’ya almıştık!
Bir süre daha etrafa bakındıktan sonra tekrar Sacre-Coeur’a doğru yürüdük ve Sophie’nin bir şeyler atıştırmak için önerdiği Charles Nodier sokağına ulaştık. Gerçekten çok sevimli bir sokaktı. İlk gözümüze çarpan L’Eté en Pente Douce’e oturduk ve çok merak ettiğim Fransızların meşhur anasonlu içkisi olan Pastis’i denedim ve aromalı, tatlımsı içecekleri sevdiğim için bayıldım!
Mutluluk bulaşıcıydı. Spor yapan, koşan, dolaşan, kafelerde oturan, laklak eden insanları gördükçe biz de mutlu oluyorduk. “İyi ki geldik” dedik. Gerçekten de iyi ki gelmiştik çünkü Paris dolaşmak için çok keyifli bir şehirdi.
Dönüşte sıcaktan ve metro ful çektiği için bir süre zorlansak da Nation’a yaklaştıkça insan sayısı azaldı ve rahat bir şekilde eve ulaştık. Bir süre dinlendikten sonra giyinip yemek yemek için 21’de dışarı çıktık. Hava hala aydınlıktı.
Metro durağına yakın bir yerde bulunan uzak doğu lokantasında, daha önce Viyana’da yediğimde bayıldığım, Kopenhag’da Şükrü ile yediğime “eh” dediğim Vietnam sarması/rol ve yarım porsiyon olacak şekilde birkaç yiyecek seçip akşam yemeğini yedik. Açıkçası çok başarılı değil orta lezzetteydiler.
Yemekten sonra sokağımızın başında bulunan ve neredeyse her akşam ful çektiğine şahit olacağımız Pazoda’ya oturup çok lezzetli bir peynir tabağı eşliğinde güzel bir rose içtik. Kalktığımızda saat 22.30’a geliyordu ve hava yeni yeni kararmaya başlamıştı. Aklıma geçen yıl Göteborg’daki ilk günümde yaşadığım güneşin oldukça geç batmasını yadırgayışım geldi ama artık tecrübeli olduğum için şaşırmıyordum!
İlk günü tamamlarken her şeyin çok güzel başladığını düşünüyordum…
Paris, Arles – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 7’yi okumak için tıklayın…