2 yıl önceki “22-23 Nisan Etkinliğini” planlarken, Amasra, Cide, Safranbolu ile İznik arasında dönmüş dolaşmış ve sonunda Amasra ve tayfasında karar kılmıştık. Bu sefer sıranın artık İznik’te olduğuna karar verdik ve Bolu (2012), Amasra, Cide, Safranbolu (2013) ve Beypazarı ve Nallıhan Kuş Cenneti’nden (2014) sonra 4. kez “motor” dedik.
23 Nisan 2015, Perşembe
Bir gün önce, doğum günümde, Ankara’da ilk kez lapa lapa yağan karı görmek oldukça enteresandı. Sabah yola çıkmaya hazırlanırken de, soğuk esen rüzgâr ve hava sıcaklığının 6-7 derece olması morallerimizi bozmuştu.
Saat 8’de, daha önceki kaçış planlarında yer alan Pınar ve Yüce’nin eksikliği ama 9 aylık Toprak’ın eklenmesiyle, 6 kişilik bir kadroyla İznik’e doğru yola koyulduk.
İlk plan köy yollarından geze geze hedefe ulaşmaktı. Fakat bizim bulunduğumuz arabanın yazlık lastiklere geçmiş olması ve yolların gitgide karlı ve ıslak olmaya başlaması Güdül’de durup kararımızı gözden geçirmemize sebep oldu.
Otobana geçmeye karar verdik. Bu da en azından 2 saat kaybetmemiz anlamına geliyordu ama başka yapacak bir şey yoktu.
O ana kadar Ayaş yolunda yeşermiş çimler, yapraklanmış ağaçlar ve arkadaki tepelerin karlar altındaki görüntüsü oldukça garipti.
Saat 10’da birkaç yıl önce aynı ekiple piknik yapmaya geldiğimiz ama bir türlü güzel bir yer bulamayıp açlıktan, hafif-orta derecede kokan bir dere kenarında oturduğumuz ve Ural’ın bir kurbağa tarafından uzun süre kesildiği Yeşilöz’den geçerken, yaşadıklarımızı anımsayıp bol bol kahkaha attık.
Saat 11’de futbol takımlarının da kamp yaptığı, Dorukkaya’da mola verip bir şeyler atıştırdık. Karlar altındaki göl oldukça güzel görünüyordu ama baharı bekleyen halet-i ruhiyemize pek de iyi gelmiyordu.
Yola devam ettikçe kar yerini yağmura bırakıyor ve hava sıcaklığı artmaya başlıyordu. Kıştan bahara geçmeye başlamıştık. İznik’e yaklaştığımızda ise hava sıcaklığı ciddi ciddi artmış ve güneşin de etkisiyle yazı yaşamaya başlamıştık. Saat 14.30’da uzun yolculuğumuza son verdik ve İznik’te arabaları park edip serin esen rüzgâr eşliğinde dolaşmaya başladık.
Tarihsel açıdan çok önemli bir yer olan İznik’in (sanırım fazla yağıştan ötürü) bozuk ara sokak yolları ve evlerin tarihsel anlamda “araya sıkışmış” ya da çarpık görüntüleri moralimi bozsa da, ana caddeye çıkıp, 6. yüzyılda inşa edilen, 787 yılında, Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı 7. Konsülün toplandığı ve 1331’den sonra Orhan Gazi tarafından camiye dönüştürülen İznik Ayasofya Camii’yi görmek morallerimi düzeltiyordu.
Yapının içi, kubbesi ve silinmeye yüz tutmuş olsa da freskleri çok güzel görünüyordu.
Ayasofya’dan çıktıktan sonra, kitabesinin olmayışı ve yazılı kaynaklarda da yeterli bilgi bulunmamasından ötürü ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı konusunda çelişkiler bulunan, 14-15. yüzyılda yapıldığı sanılan I. Murat Hamamına gittik. Yapının avlusunda birçok süs eşyası satan ufak dükkânın yer aldığı Çini Çarşı’sı bulunuyordu.
Hediyelik eşya satın alıp bir süre dinlendikten sonra dolaşmaya çıktık. Sokaklar arasında yer alan ve tellerle çevrili bulunan İsmail Bey Hamamı’nı gördük. I. Murat Hamamı gibi bu yapının da ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı belli değildi.
Sokak tabelaları ve evlerin numaraları küçük çinilerle belirtilmiş olması güzel bir ayrıntıydı.
Yürüyüşümüz sırasında birden kendimizi surlar arasında bulduk.
İznik’te o ana kadar gördüğün en orijinal yerdi.
Kısa gezimizden dönüp Nadir ailesine ulaştıktan sonra arabalara atlayıp İznik gölüne doğru yol almaya başladık.
Birkaç yerde mola vererek göle farklı açılardan bakıyorduk.
Gölün kenarındaki yer alan cafcaflı bahçeleri olan villalar ve daha derme çatma görünümlü köy evleri enteresan bir tezat oluşturuyorlardı.
Göl kenarında bulunan bir kahvehanede mola verip çay içtikten sonra, gölün hemen dibinde yer alan sahada futbol oynayanları görüp arabayı durdurduk. Ve fotoğraf çekmeye başladım. Bu arada maç yapanlardan ikisi bana dönmüş birbirlerine beni göstererek, “abi bizi de çeeeek!” diye bağırıyorlardı. Güldüm.
Tekrar arabalara atladık ve Yalova’ya ulaştık. Yemek yedik, laklak ettik ve yaş günü pastasını üfleyip günü tamamladık.
24 Nisan 2015, Cuma
Bir önceki günün yorgunluğunu atmak için Cuma gününe biraz daha geç başladık ve saat 13 civarlarında Yalova Termal’e doğru yola koyulduk.
O ana kadar bol bol kamyon, tır gibi büyük yük araçlarını ve çok katlı apartmanlarını gördüğümüz Yalova’nın bol yeşillikli yerlerini görüp, “buralar güzelmiş” demeye başlamıştık.
Termal içindeki ilk durağımız 1929’da Prof. Sedad Hakkı Eldem tarafından yapılan Atatürk Köşkü’ydü. Turun başlaması için dışarıda beklerken, İdil’in bitmek bilmez enerjisiyle oradan oraya koşuşturmasıyla başa çıkmaya çalışıyorduk.
Tur zamanı geldiğinde rehberi takip etmeye ve anlattıklarını dinlemeye başladık. Köşkün hemen girişinde yer alan büyük nü tablo, 30’lardan kalma eşyalar ve odalardaki ayrıntılar oldukça ilgi çekiciydi.
İçeri girilmemesi için kapıda bulunan ipi hiçe sayan İdil’in Atatürk’ün yatak odasına dalma girişiminin son anda Zeynep tarafından ayaklarının tutularak önlenmesini çok da açık etmemek için içten içe gülmemiz turun en eğlenceli bölümüydü.
Köşk yapıldıktan sonra emir subayları ve çalışanların kalması için düzenlenen Yaveran Köşkü ve 1890’da inşa edilip, 1947’de sinemaya dönüştürülen ve günümüzde Sinema Kafe olarak işletilen yapıları (kapalı oldukları için) dışarıdan da olsa gördük.
İçerisinden göremesek de, Kafe’nin arkasında yer alan Roma devrinden kalma antik dehlizin girişleri ve Bizans sütunları oldukça ilginç görünüyorlardı.
Çınar Kafe’de ufaklılar yemeklerini yerken ve bizler biraz yorgunluk atarken, 2009’da Budapeşte’de gittiğimiz açık havuz şeklindeki modern görünümlü kaplıca gibi bir açık hava termal havuz görmek oldukça hoşuma gitti.
Termal’den çıktıktan sonra ikinci durağımız, düzgün olarak bir türlü telaffuz edemediğimiz ve gün sonlanana kadar bol bol geyik malzemesi olan Karaca Arboretum’uydu.
Hayrettin Karaca tarafından “ağaç parkı”na dönüştürülen ve içerisinde (alt türleriyle beraber) yedi bin tane ağaç türü barındıran, yeşillik alanda nefis bir peyzaj çalışması yapılmıştı.
İdil’in enerjisini devam ettirdiği gezimiz sırasında rehber arkadaş bize birçok ilgi çekici ve özel ağaçtan bahsetti, aklımıza gelen tüm sorularımızı cevapladı.
Bonzai, nilüferler, renkli akçaağaçlar, Japonya’da çok ünlü olan süs kirazları, bol kokulu ağaçlar, dünyanın en uzun ve en geniş ağaç türlerinin genç örneklerine bakarak nefis bir zaman geçirdik.
Gezinin bana göre en özel mekânıydı.
Gezi sırasında Hoşdere üzerinde gördüğüm ve baharda kocaman çan şeklinde, pembe-morumsu çiçekler açan ve bir gün önce İznik’te de bol bol gördüğüm ağacın, Pavlonya (Paulownia) olduğunu ve dünyanın en hızlı büyüyen ağaçlarından biri olduğunu da öğrendim.
Akşam, Cem’in yoğurduğu nefis çiğ köfte ve mezeler eşliğinde laklak ederek, günü sonlandırdık.
25 Nisan 2015, Cumartesi
Sabah 08.22’de arabanın motorunu çalıştırdık ve iki gün öncesine tezat, yaklaşık 5 saatte evimizdeydik.
Şehir Notu: Yalova, bir şekilde sınırları içerisinde bulunduğum 37. il oldu. Bundan önceki 36; Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Balıkesir, Bartın, Bolu, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Elazığ, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Karabük, Kastamonu, Kayseri, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Muğla, Niğde, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, Sinop, Sivas, Tokat, Trabzon.