25 Kasım 2013, Pazartesi (Hengelo)
Sabah kalktıktan sonra ilk iş olarak Gofret’i dolaştırmaya çıkarttım. Sokak aralarındaki yeşilliklerin bazılarında bulunan demir kaleli “futbol sahaları” buradaki çocukların oldukça şanslı olduğunun birer kanıtıydı.
Kahvaltının ardından Gofretle birlikte Heval’in Z4’üne atlayıp önce alışveriş merkezine (Winkelcentrum Groot Driene) gidip almayı planladığım bazı şeylere baktık.
Ardından merkeze inip arabayı park ettikten sonra dolaşmaya başladık. Park yerinin hemen bitişiğinde Hengelo Belediye Binası (Gemeente Hengelo) bulunuyordu. Binanın kulesinde bulunan heykel oldukça ilginçti.
Bir anda bastıran sağanak yağmur üzerine belediye binasının içine girdik. Bu arada Heval bana girişteki tabelayı işaret ederek, “bak tabelalardan biri nereyi gösteriyor?” diye sordu. Evet, Yozgat tabelası vardı! (Sonradan bu bölgede yaşayan Türklerin çoğunluğunun Yozgatlı olduklarını ve Hengelo ile Yozgat’ın kardeş şehir olduğunu öğrenecektim.)
Yağmur dindikten sonra hediyelik eşya işini baştan halletmek için Heval’in önerdiği birkaç yere gidip bakındık. Sonra merkezde dolaşmaya devam ettik. Bar, kafe ve dükkânlar çok ilgi çekici ve farklı görünüyorlardı.
Evler arasında bulunan bir bisiklet parkındaki duvarlara yapılmış graffitiler çok güzeldi.
Gezimiz sırasında Benelüks (Belçika-Hollanda-Lüksemburg) ülkelerindeki yılbaşı figürlerinden en önemlisi olan Sinterklaas’ın evini gördük. Heval, bu bölgede, Kuzey Amerika’dan tüm dünyaya “pazarlanan” Noel Baba’nın uydurma ama Sinterklaas’ın gerçek (aziz) olduğuna inanıldığını anlattı. Hatta bir ara evin girişinde “Noel Baba giremez!” tabelası olduğunu da söyledi.
Hengelo (Gld), Remigius kilisesi de enteresan görünüyordu.
Merkezdeki gezimizin ardından akşamüstü bir Türk gıda toptancısına gittik. Kendimi Türkiye’de sandım. Çünkü Türkiye’de bile birçok markette bulamayacağınız kadar çok çeşit gıda mevcuttu.
Ardından hangar gibi geniş ama pırıl pırıl bir alanda ikinci el ev gereçlerinin satıldığı bir dükkâna gittik. Fincandan, koltuğa, plaktan, biblolara, tablolara kadar birçok ürün vardı. Bizim gelme amacımız plaklardı. Bir süre bakındıktan sonra 2,5 euroya Fats Domino’nun Very Best of LP’sini ve tanesi 50 centten Madonna, Wham! ve Duran Duran’ın birer 45’liklerini satın aldım.
Ardından Hüseyin ve Aylin beni aldılar ve önce amatör kulüplerden ATC 65’in çalışma sahalarını ve sonrasında Twente’nin antrenman sahasını dolaştık.
Her iki yerde de küçükler antrenman yapıyorlardı ama Twente’nin ufaklarının tek tip formaları ve (benim için oldukça) soğuk havada çalışma disiplinleri görülmeye değerdi!
Hüseyin’e teşekkür ettikten sonra eve gittim ve Heval’in fotoğraf yarışmasına katılmak için hazırlıklarını bekleyip bir şeyler atıştırdıktan sonra önce onun fotoğraf kulübüne, sonrasında da Enschede’de bir casinoya gidip, slot makinalarında oldukça ufak miktarlarda (rakam yazıp rezil olmayayım) para harcayarak birkaç saat geçirerek oldukça eğlendik.
Fotoğraf kulübündeki duvarlarda bulunana çizimleri çok sevdim. Enschede’ye giderken Almanya sınırının çok yakın olduğunu ve Enschede’nin Hengelo’ya göre daha bir “şehir” olduğunu görecektim. (Sonraları, sınır yakınlığından ötürü çarşıya ve coffee shoplara Almanya’dan çok fazla gelenin olduğunu öğrenecektim. Ayrıca Hollanda’daki insanların junkieler yüzünden coffee shoplara karşı olduklarını öğrenip şaşıracaktım. Çünkü Hollanda deyince çoğu insanın aklına özgürce esrar içilen coffee shoplar geliyordu. Ama nedense kimse işin turistlik olmayan tarafını düşünmüyordu. İlginçti.)
26 Kasım 2013, Salı (Hengelo, Giethoorn)
Ajax – Barça maç bileti konusunda bir gün önce Tunç ile miladımızı belirlemiştik. Salı günü saat 13’e kadar bilet bulursa haber verecek ve ben de trene atlayıp doğrudan Amsterdam’a gidecektim. Ama herhangi bir olumlu cevap gelmezse Özgür ve Heval ile birlikte Giethoorn’a gidecektik.
Sabah alıştığımız üzere Gofret’i dolaştırmaya çıkarttım. Ama sanki o beni dolaştırıyordu 🙂 Bu sefer sokağın sonundaki ormanlara doğru gittik.
Öğleden sonra Özgür eve geldiğinde, benim de maça bilet bulma umutlarım tükenmişti. Tunçla haberleştikten ve yaptıklarından ötürü teşekkür ettikten sonra Overijssel’e bağlı bir köy olan Giethoorn’a doğru yola çıktık.
Hengelo’dan 106 km uzakta bulunan Giethoorn’a yaklaşırken gördüğüm saman çatılı, kartpostaldan fırlama görüntülere sahip çiftlik evlerinden birinin fotoğrafını çekmek istediğimi söylediğimde, Özgür ve Heval, “az sonra bunlardan bir sürü göreceksin” dediler. Ben de usul usul, “tamam” demekle yetinip beklemeye başladım.
Arabayı park edip Özgür’ün rehberliğinde yürümeye başladığımızda buranın oldukça farklı bir yer olduğunu anladım.
Sadece yaya yolunun olduğu bölgede evleri birbirinden su kanalları ayırıyordu.
Kanalların üzerindeki tahta köprülerin ortalarında bulunan kapıda bulunan numara, evin posta numarasıydı ve köprünün uzak ucunda posta kutusu bulunuyordu.
Her biri diğerinden daha fazla özenle süslenmiş bahçeler ve evlerin kanallar üzerine düşen yansımaları inanılmaz güzel görünüyordu. Bol bol fotoğraf çektik.
Mevsimden ötürü ortalıkta hiç kimse yoktu. (Bizim dışımızda turist olarak sadece iki kişi gördük.) O yüzden rahatça dolaşıyorduk. Oysa burası yazın oldukça ilgi gören turistlik bir mekânmış ve oldukça kalabalık oluyormuş. Turistler burada bulunan bazı evleri de kiralayabiliyorlarmış.
Milattan sonra 1230 yılında Akdenizli göçmenler tarafından kurulan Giethoorn’de bulunan su kanalları, ortalama 1 metre derinliği bulunan Bovenwijde gölüne açılıyor. Yazın turistler kanallarda ve gölün üstünde bulunan adaları botlarla dolaşıyorlarmış. Mevsimden ötürü bizim böyle bir şansımız olmadı.
Kanallar kışın donduğu zaman insanlar buz pateni yapıyorlarmış.
“Kuzeyin Venedik”i ya da “Hollanda’nın Venedik”i denilen Giethoorn özellikle, 1958’de Hollandalı film yapımcısı Bert Haanstra’nın burada çektiği Fanfare adlı filmden sonra tanınmaya başlamış.
Güzel bir gezinin ardından akşamüzeri Hengelo’ya dönüşte Özgür’ün annesinin hazırladığı nefis yemekleri yiyerek karnımızı doyurduktan sonra markete gidip sushi aparatları alıp eve geçtik. Birkaç ay önce Evrim’den sushi yapmayı öğrenirken (her şey tam olsun diye) sushi pirincine 33 TL bayılan biri olarak markette 2,5 euroya sushi pirinci görünce derin bir “off” çekip, 2 tane almayı ihmal etmedim. Bir gün sonra da 2 euroya bir sushi sarma aparatı satın alarak mutlu oldum.
Gecenin ilerleyen saatlerinde “Özgür Şef” bana sushi yapmanın inceliklerinden uzun uzun bahsetti ve ben de aklıma not ettim. Ben de ona birkaç bilgi verdim ve mango, havuç ve salatalıktan oluşan vejetaryen sushilerimizi yapıp afiyetle hüplettik.
27 Kasım 2013, Çarşamba (Hengelo, Roterdam)
Hengelo’daki son günümde, “T aparatı” ile yapmaya söz verdiğim vanilyalı krep yaptım. Ankara’da birkaç yere sormama rağmen bir türlü bulamadığım aparatı, Özgürler hediye ettiklerinde sevindirik oldum. 🙂
Kreplerden son üç tanesini “Hollanda peyniri” ekleyerek hazırladım. Geldiğim günden beri kahvaltılarda afiyetle yediğim peynirlerle krep nefis olmuştu…
Kahvaltının ardından dün gece Heval’le yapmaya başladığımız bavula (Türkiye’ye götüreceğim coca-cola’ların kırılması ya da ezilmesi riskinden ötürü) tek tek, birbirlerini destekleyerek ve sıkıştırarak tekrardan düzenledim.
Özgürle merkeze inip peynir, çikolata ve aklıma gelen bir şeyler satın aldım. Peynirlerin fiyatları turistlik mekânlara göre çok iyiydi. Böylece Rotterdam’da alışveriş derdim tasam kalmayacaktı. Ve sadece dolaşabilecektim.
Eve dönüp bavulu aldıklarımla bir kere daha düzenledikten ve kapattıktan sonra Hevalle bir kere daha ama bu sefer merkezde kurulan pazara gittik. Orada da onun önerisi ile pestolu peynir satın aldım. Peynir satan tezgâhlar çok güzeldi!
Bir gün önce Hüseyin plak aradığımı duyunca Hengelo’nun en eski dükkânlarından biri olan Popeye’a gitmemi önermişti. Biz de Hevalle oraya gittik. Aradığım plakları bulamasam da müzik için oldukça orijinal bir mekân ve sahibi oldukça sıcak ve ilgili bir adamdı.
Sonrasında Kibbeling adı verilen ve (muhtemelen) üzerindeki özel bir sosla birlikte kızartılan balık yedim. Biraz yağlı olsa da lezzetli bir atıştırmaydı.
Hengelo’daki son saatlerimde Hevalle buranın en ünlü kafelerinden biri olan ve Sinterklaas’ın evi ile Remigius kilisenin çaprazında yer alan De Twee Wezen’e gidip bir şeyler içtik ve sohbet ettik.
19:54’de tren garına giderek 2 saat 45 dakika sürecek olan iki aktarmalı Rotterdam Lombardijen yolculuğuna başladım. İlk aktarma durağı olan Amersfoort’da hava soğuktu. Benim gibi aktarmayı beklemekte olan bir kız, bir süre sonra bankların yanında duran bir alete dokunarak çalışmasını sağladı. Bu bir ısıtıcıydı!
Saat 22:45 civarlarında Roterdam Lombardijen çıkışında Faziletle buluştuk ve böylece gezimin ikinci bölümü başlamış oldu.
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…