Son birkaç aydır, deniz tatilimin iyiden iyiye geldiğini hissetmeye başlamıştım. Yaklaşık 2 hafta önce İzmir’in en uç noktalarından Karaburun ve Foça’da karar kıldık. 27 Temmuz cumartesi günü, 8.25 uçağı ile (25 dakikalık rötarla) İzmir’e uçtuk. Saat 10.15’de bagajlarımızı almış, havaalanının çıkışındaydık. Karaburun’a gitmek için önce Üçkuyular’daki terminale gidip oradan da Karaburun minibüslerine binmeliydik. Fakat Üçkuyular’a sadece bir belediye otobüsü çalışıyordu ve o da saatte bir hareket ediyordu. 45 dakika bir şeyler yiyip oyalandıktan sonra otobüse atlayıp Üçkuyular’a gittik. Orada da kısa bir süre bekledikten sonra Karaburun’a giden minibüsteydik.
Beklediğimden oldukça uzun bir yolculuktan sonra, yaklaşık 2 saatte Karaburun’a vardık. Son durak olan Hükümet’te indikten sonra Ada Marin’in bulunduğu iskeleye doğru yürüdük. Küçük, şirin ve sakin bir balıkçı kasabası karşıladı bizi. Hotele giriş yaptıktan sonra üzerimizi değiştirip hemen dibimizdeki sahile indik.
Ilık deniz ve hafif rüzgâr eşliğinde denizin tadını çıkartmaya başladık. (Temizliğin de bir göstergesi olarak) denizde bol bol poseidon çayırlıkları olduğu için kıyıda bir sürü balık vardı. Böyle olunca da, daha önce hiç kullanmadığım kadar şnorkel ve gözlük kullanarak balıkları gözlemleyip durdum.
Akşam, mercan, (oldukça leziz ızgara) çipura ve mezeler eşliğinde güzel bir akşam yemeği yedikten sonra iskelenin sol tarafında bulunan çadır kampı ve plaja kadar yürüdük.
28 Temmuz Pazar
Sabah 7:30’da kalkıp, önceki hafta Bahadır abiden öğrendiğim (yaptığınız spor aktivitesini GPS üzerinden aldığı bilgiler ışığında yorumlayan) Endomondo’yu çalıştırıp, dün akşam yürüdüğümüz iskelenin sol tarafındaki plaja doğru yürümeye başladım.
Bir süre gittikten sonra güneşin doğrudan bu tarafa düştüğünü fark edip yönümü daha önce gitmediğim iskelenin sağına doğru çevirdim. Bu tarafta birkaç tane otel dışında genelde sadece yazlıklar vardı. Denize, evlere ve yüzebileceğimiz yerlere bakarak kahvaltı saatine kadar aylak aylak yürüdüm.
Yürüyüşüm sırasında İncirliköy’ü, bugün gelmek için not ettim. Bunun dışında gördüğüm denize girilecek yerler, ya otel içinden ulaşılabilen “özel mülk” tadında yerler ya da (bir gün sonra adını öğreneceğim) Alman Koy’u gibi ufak ve kayalık alanlardı.
Kahvaltı saatine yaklaştığımda dönüşe geçtim. Son olarak iskeleyi tepeden gören yamaçtan etrafı izledikten sonra (endomondo kayıtlarına göre 1 saat 13 dakikalık ve 4.85 kilometrelik) yolculuğumu otelde sonlandırdım.
Kahvaltı yapmak için Number One’a gittiğimizde, daha önce hiç bilmediğim zeytin reçelini görüp heyecanlandım. İçerisinde çok az portakal kabuğu olan reçel, hafif tatlı ve oldukça lezzetliydi.
Biz kahvaltımızı yaparken hemen solumuzda bir amca sadece misina ve ekmek ile (daha sonradan adının sarpa olduğunu öğreneceğimiz) balık avlıyor ve yakaladıklarını bir kovaya atıyordu. Hemen arkasında duran ve uzunca süredir adamı izleyen bir kedi aniden kovanın içine daldı. Adam bir yandan kediye bağırırken bir yandan da kovadan düşen balıklardan yakalayabildiklerini tekrar kovaya attı.
Serpe kahvaltının ardından güneş iyice yükselmeden Karaburun merkezine doğru yürümeye başladık. Sıcağın her dakika şiddetini arttırdığı yaklaşık 1 saatlik gidiş-dönüş sırasında yine daha önce hiç bilmediğim enginar reçeli ve Pınar‘ın önerisiyle (her gün yoğurularak yapılan ve olmama ihtimali olduğu için riskli sayılan) Kopanisti peyniri aldık. Hotele döndüğümüzde peynirin tadına baktığımda oldukça şaşırdım. Çünkü Fransız peynirleri gibi oldukça yüksek aromalı ve ağızda kalan acımsı bir tadı vardı. Hoşuma gitmese de eve dönünce bir kere daha denemeye karar verdim.
Güneşin tepede olduğu saatlerde odada pinekledikten sonra İncirliköy’e gittik. Fakat bugün pazardı ve haliyle boş yer kalmamıştı. İskeleye geri döndüğümüzde, oranın da dolu olduğunu görüp gıcık olsak da sonrasında çalışan çocuğun jestiyle bir yer edindik. Düne benzer bir şekilde bol bol yüzüp deniz altını gözlemledik. Denizde olmadığımız zamanlarda ise dalış tesisinin dibinde olduğumuz için dalışa gidenleri izliyorduk.
Akşam otelden aldığımız öneriyle Karaburun’un en eski mekânlarından biri olan Kalyon’a gittik. Balıklara bakarken yeni bir şey denemek için mercanın büyüğü olan fangri ve farklı gördüğümüz mezeleri sipariş ettik. (Sonrasında Karaburun ve Foça’daki her lokantada adet olduğunu öğreneceğimiz gibi) önce masaya zeytinyağı ve limon geldi. Zeytinyağı nefisti. Sonrasında yediğimiz kalamar ve (ızgara) fangri ise inanılmaz!. Her ikisi de bugüne kadar yediğim en güzel kalamar ve balık listesinde üst sıralara yerleştiler.
29 Temmuz Pazartesi
Sabah kahvaltının ardından otelden aldığımız öneriyle, dün sabah yaptığım yürüyüş rotasını geliştirerek Mimoza Koyu’na doğru harekete geçtik.
Yolculuk sırasında Alman Koyu’na inen merdivenlerde gördüğüm bir duvarda bulunan ve koyu izleyen (Foça’da bir tane edineceğim) iki tane beyaz yel değirmeni çok güzel görünüyorlardı.
Yaklaşık 40 dakika yürüdükten sonra tepeden koyu görüp inişe geçtik. Güzel bir yere kurulduktan ve bu tatilin olmazsa olmazı “şnorkel-gözlük” ile uzun uzun denizi gözlemledikten sonra sol tarafımızda Aslan Burnu’nu fark ettik. Denize doğru uzanan bir kaya Mimoza’dan piramitlerdeki aslan figürüne benziyordu. Bir gün sonra feribotla Foça’ya giderken açık denizden aynı kayanın aslana benzemediğini fark ettik.
Saat 15 gibi ortam iyice kalabalıklaşınca iskeleye dönmeye karar verdik. Dönüş yolunda, güneşin tam tepede olduğu zamanlarda neden kendisiyle haşır neşir olmamamız gerektiğini kavradım. Çünkü sırt ve omuzlarım kavruluyordu.
İskelede bir süre yüzdükten sonra çakılların arasında yeşil bir tane deniz camı (Sea Glass) görüp incelemeye başladım. Birkaç dakika sonra kumsalda başka renk var mı diye arıyordum. Bu arada 17-18 yaşlarında bir kız da bir süre beni izledikten sonra arayışıma ortak oldu ve kısa bir sürede (sonraları deniz camı biriktiren Burcu’dan çoğunun çok genç yani evrimini tam olarak tamamlamamış olduğunu öğreneceğim) bir avuç yeşil, kahverengi, beyaz ve bir tane de mavimsi deniz camım ve yeni bir koleksiyonum olmuştu!
Akşam yine Kanyon’da, bu sefer fileto kefal yedik. Diğerlerine göre eti biraz sert olsa da genel olarak balık ve mezeler güzeldi. Yemeğimizi yerken yan masada bulunan bir adamın “Yunusa bakın! Yüzen adamın arkasında zıplıyor!” sözleri ile kafamızı denize çevirip yunusu beklemeye başladık. Ben ikinci zıplayışını da kaçırsam da üçüncüsünde yakaladım!
30 Temmuz Salı
Salı sabahı kahvaltıdan sonra Karaburun’a veda edip feribotla Foça’ya doğru yola koyulduk. Feribotta, Türk Telekom Arena’da Galatasaray’ı 1-0 yendiğimiz maçta tanıştığım Barış ile karşılaştım. Arkadaşı Vahit’in yüksek lisans için her gün feribotla Foça-Karaburun yaparak yunusları gözlemlediğini ve onun da tatili sırasında ona eklendiğini öğrendim. Yolculuk sırasında, birçoğunu kaçırsam da birkaç yunusu ben de gördüm.
Foça’ya indikten sonra Vahit, Barış ve Esra ile birlikte çay içip ufak bir şeyler atıştırdıktan sonra meydana gittik. V şeklindeki meydan sağlı sollu lokanta doluydu. İyon Pansiyon’a doğru ilerlerken, sağımızda, özellikle Rumlardan kalan, panjurlu, genelde 2 katlı evleri hayranlıkla inceliyorduk. Bu arada yürüdüğümüz yol üçe bölünmüştü. Ortada araba yolu, sağında bisiklet yolu ve solunda deniz üzerine monte edilmiş tahta sahil yolu.
Pansiyonun olduğu sokağa dönünce tam karşımızda çok güzel bir ev karşıladı bizi. Bol ağaçlı avlusu ve genelde eski obje ve deniz süsleriyle dolu pansiyon çok güzel dekore edilmişti.
Odaya yerleştikten sonra, pansiyonun önünden denize girebileceğimizi ama şemsiye olmadığını öğrendik. Bu yüzden yaklaşık 4,5 kilometre uzaktaki Hanedan’a gitmek için minibüse bindik. Karaburun’a göre oldukça geniş bir kumsalı ve “ayrıntılı” bir işletmesi olan Hanedan’da uygun bir yere kurulduktan sonra Karaburun’a göre soğuk bir deniz ile karşılaştık. Bir süre titredikten sonra uyum sağlayıp şnorkel-gözlük ikilisiyle denizi gözlemlemeye başladık.
Kumsaldaki çakıllardan sonra denizin dibi sarı kumdu. İlk kez denizin altında gözlerimi açtığımda zeminde çok fazla ufak balık gördüm. Karaburun’daki poseidon çayırlıklarının yerinde balıklar var gibiydi. Bir süre peşlerine düştükten sonra yorulup kumsala döndüm ve deniz camı aramaya koyuldum. Karaburun’a göre daha az ama güzel parçalar ve birkaç farklı renk buldum.
Bu arada iki gün önce yediğimiz ve çok beğendiğimiz fangri’nin popülasyonunun 2002’den bugüne kadar %95 azaldığını öğrenip ve bir daha yememeye karar verdik.
Akşam meydandaki lokantalardan birinde zeytinyağı, kalamar, bol meze ve kızartma mezgit yedik. Her şey gayet güzeldi.
31 Temmuz Çarşamba
Sabah 7:30 civarlarında kalkıp önce 18. veya 19. yüzyılda yapılmış olan ve bir tanesi tamamen, diğerleri ise kısmen korunmuş olan Yel Değirmenlerini görmeye gittim. Tepe oldukça rüzgar alıyordu ve değirmenler çok güzel görünüyordu. Tek handikap güneşin değirmenlerin arkasında olmasıydı. Bu yüzden ön profilden pek güzel fotoğraf çekemedim.
Tepeden inerken, üzerinde Kraliyet mührü olan 1857 yapımı bir dökme top gördüm. Bir süre inceledikten sonra hemen önünde bulunan ve sadece birkaç basamak kalan eski kalıntılara göz atıp meydana doğru yürüdüm.
Lokantaların arkasında bulunan ve üzeri tamamen sarmaşıklarla kapatılmış sokaktan geçtikten sonra meydanın diğer tarafına geçip, 1457 yapımı ve Arap camilerine benzeyen Kayalar Camii’ne gittim. Kapıları kapalı olduğu için içeri giremedim. Alanı çevreleyen kale surlarının iç bölümünü dolaşıp pansiyona döndüm ve güzel bir kahvaltı yaptık.
Öğleden sonra Foça’da bulunan Aslı ile haberleştik ve yine Hanedan’a gittik. Aslı’nın çocukluğundan beri deniz camı topladığını öğrendim.
Akşam Celep’te kalamar, meze ve kızartma dil balığı yedik. Dil balığı çok lezzetliydi.
Yemekten sonra Dikili’de bulunan Cemre ve Güngör geldiler. Akşamları önünde uzun kuyruklar olan ev yapımı dondurmalarımızı yiyip, tahta sahil yolunda ayaklarımızı denize doğru uzatıp laklak ettik.
1 Ağustos Perşembe
Tatilin son gününde, 7 gibi uyanıp yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaki İngiliz Burnu’na yürüdüm.
Geçtiğim yerlerde deniz camı bakınmayı ihmal etmeden burnun Foça’yı gören tarafına ulaştım. Alışkın olduğum gibi ortada kimsecikler yoktu ve kuvvetli bir rüzgar vardı.
Burnun ucuna geldiğimde önümde küçük ve onun önünde de daha büyükçe bir ada gördüm. Küçük adaya geçmek için 10-15 metre uzunluğunda denizin sığ olduğu bir kayalık vardı. Fakat yürümeye başlayınca kayaların üstünün çok fazla deniz dikeni olduğunu görüp biraz telaşlandım. Ama artık ortalara gelmiştim ve devam ettim. Son bölümde denize atlayıp karşıya çıkarken kayayı tutmak yerine dikenlerden biri ile bütünleştim!
Dönüşü burnun diğer tarafından yaptım ve turu tamamlayıp pansiyona döndüm. Kahvaltının ardından biraz oyalandıktan sonra 14 gibi Hatundere’ye giden belediye otobüsüne bindik. Oradan da metro ile Adnan Menderes Havaalanına devam ettik ve 16’da hedefimize ulaştık.
Eve vardığımda ben yokken Ural‘ın suladığı fasulyelerin büyüdüğünü görüp mutlu oldum…
“Karaburun, Foça Gezi Günlüğü” üzerine 4 yorum