Son iki yıldır, kimi zaman 30 dakika, kimi zaman 2-3 saat çimlere uzanıp bir yandan dinlenmek, bir yandan parktakileri izlemek ve bir yandan da kitap okumak için evime en yakın yeşillik alan olan Seğmenler parkına gidiyorum. 5-6 aylık bir aradan sonra bugün, Edgar Allen Poe: Bütün Hikâyeleri’ni yanıma alıp 17 civarlarında Seğmenler Parkı’na gittim.
Hafif, soğuk bir rüzgârın estiği, parçalı bulutlu, az güneşli bir havada, önce bir banka oturup kitabımı okumaya ve yanımda getirdiklerimi atıştırmaya başladım. Bir süre sonra kulağıma gelen müziğe doğru gitmeye karar verdim. Karşıdaki ağaçların arasına kurdukları çadırın yanında geyik sözlerle (muhtemelen) deneysel jazz yapan bir grup ve onları dinleyen 10 kadar kişiyi gördüm. Yakınlarına kurulup bir yandan müzik dinleyip, bir yandan da kitabımı okumaya devam ettim.
Yaklaşık iki saat sonra toplanıp eve doğru dönerken, yeşillikler arasında, her şeyden uzaktaymış gibi hissetmeyi çok özlediğimi fark ettim…
Seğmenler Parkı’nın Bendeki Yeri
1983’de kurulan ve 67 bin metre karelik bir alanı kapsayan (kaynak: tr.wikipedia) Seğmenler Parkı’na ilk defa, ilkokuldayken geldiğimi hatırlıyorum. Muhtemelen sınıf gezisiydi. 1991 ya da 1992 yazında Ömür abim ve Süleyman’la birlikte, parkın içinde bulunan amfi tiyatroda “açık hava sineması” etkinliği kapsamında ücretsiz olarak gösterilen Terminatör 2: Kıyamet Günü’nü (Terminator 2: Judgment Day) izlediğimi ve filmin bende büyük izler bıraktığını hatırlıyorum. Sanırım o yıllarda bir kere de yine bir yaz günü Bülent Ersoy konserine gidip bol bol geyik yapmıştık.
Sonraları ise ara ara geldiğim parkı en düzenli ziyaret ettiğim dönem, Çevre sokakta Manhattan’ın karşısında yer alan Mikrobeta Bilgisayar’da çalıştığım yıllardı. Öğle arasında genelde tostumu ve içeceğimi alıp parka gidiyor, bankta yemeğimi yedikten sonra çimlere uzanıp, bazen etrafa bakınıyor, bazen bulutlara bakıp şekiller görmeye çalışıyor, bazen de sadece gözlerimi kapatıp dinleniyordum. Yaklaşık 45 dakika süren bu “meditasyondan” sonra şirkete döndüğümde adeta kendimi yenilenmiş hissediyordum.
Bazı akşamlar da, Seğmenler’e yakın yerlerde çalışan arkadaşlarla iş çıkışı buluşup ufak çaplı piknik yapıyorduk.
Bir ara da parkta koşmayı denemiştim. Ama hem kısa koşu alanı, hem de çok dengesiz iniş çıkışları nedeniyle bu deneme sadece bir defaya mahsus olarak kalmıştı.
İki yıl önce çok sağlam yaşadığımız kış günlerinden birinde Erdem ve Ozan’la birlikte bembeyaz karlarla kaplı parka gelip çocukluğumuzdaki gibi her yerimiz donanan kadar naylon poşetler üstünde kayıp sonrasında eve gidip PES oynamıştık.
Avrupa’da gittiğim tüm şehirlerin (Milano, Madrid, Viyana, Ljubljana, Salzburg, Budapeşte…) göbeğinde yer alan, bazılarının içerisinden çay/ırmak geçen, bazıları ise nehrin üzerinde ada şeklinde olan devasa büyüklükte, çim ve orman alan gördüm. İnsanların bisiklete bindiği, spor yaptığı, çimenlere yayılıp laklak ettiği, kafalarına göre müzik yaptığı, kaykaya bindiği, gazete, kitap, dergi okuduğu ya da sadece bir yerlere kurulup etrafa boş boş baktığı bu alanlara ve insanların rahatça kendi kendilerine eğlenmelerine hep gıpta ederek baktım.
Çünkü şehrin göbeğinde yer alan bu devasa yeşil alanlar, insanların şehirden “uzaklaşmalarını” sağlıyordu! Rahatlamalarına, zihinlerini dinlendirmelerine ve yenilenmelerine olanak tanıyordu…
Onları gördükten sonra ufak tefek gelse de, yeşil olarak kalmayı başaran Seğmenler Parkı’nda zaman geçirmeyi çok seviyorum. Sanki hayatın koşuşturmasından ötürü saatlerin günlere, günlerin aylara, ayların da yıllara dolandığı yaşamımdan birkaç saati ağır çekimde yaşadığımı ya da o süreyi çalıp kendimi dinlemek için çaldığımı düşlüyorum….
Deneyin. Belki siz de, birkaç saatliğine bile olsa zamanı yavaşlatmayı başarabilirsiniz…
Bunlar da fotoğraflarım arasında bulduğum birkaç Seğmenler fotoğrafı;
Ve babamın 1995’te Seğmenler’de çektirdiği bir fotoğraf…