68 – HK – 978 (1969-1979)
Evet, 68 – HK – 978… Ya da Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya ülkelerinden geçerek ve Köln, Düsseldorf, Essen, Frankfurt, Münih, Berlin, Hannover ilçelerimizi gezerek 68’inci ilimiz Almanya’ya Halit Kıvanç’ın 1978 seferi… Yooo korkmayın, bunca yer saydımsa da öyle uzun anlatacak değilim. Çünkü bu dediklerimi de, bizim hakemlerin penaltıları, yanhakemlerin ofsaytları göremediği kadar gördüm İşte…
Kaç yıl var ki, İşlere çabuk yetişmek amacıyla hep uçtuğumdan, uçaktan başka taşıtların varlığım unutur gibi olmuştum. Bu nedenle «Yolculuk otobüsle» dediklerinde tatlı bir heyecanla «Kabul» diye atıldım. Şöyle «geze geze» bir yolculuğun özlemi içinde otobüse koştum. Eeee gene kaç yıl var ki, yaşadığımız beldede evden işe, işten eve adeta koşar adımla gidip geliyoruz, can korkusundan.. Kim demişse iyi demiş: «Başka ülkelerde insanlar! kazara ölür. Bizler ise kazara yaşıyoruz.»
Otobüsle, diyordum, yola çıktım. Uzak değil otobüsle Almanya .. İki gece üç günde gidiyorsunuz. Bir gün, bir gecede İstanbul’dan çıkıp da Çekmece’ye varabildiniz mi, ötesi kolay…
Edirne’den, daha doğrusu Kapıkule’den çıktık, kuleli kapılardan Bulgaristan’a girdik. İnsan bir garip oluyor bu sınır kapılarında… «Ne gerek var böylesine çizgilere, duvarlara? Herkes her yere elini kolunu sallayıp geçmeli.. Çeşitli ülkelerin insanları birbiriyle ayni evin komşularıymış gibi kaynaşmalı» falan filan düşüncelerine kapılıyor. Yakınımdaki bir tartışma, bu düşüncelerimi dağıtıverdi. Görevli memur, karı-koca olduğu hallerinden pek belli bir çifte, daha doğrusu kocaya meramım anlatmaya çalışıyordu: «Efendim, benim elimde bir şey yok. Pasaportunuzda kayıtlı değil hanımefendi.. İspat edin bu hanımın karınız olduğunu.. Çıkış izninizi vereyim.»
Adam, aksi aksi bakan karısını işaret etti: «Memur bey, dedi, siz ispat edin bu kadının karım olmadığını.. Ben size üç odalı evimi vereyim.»
Yugoslavya’dan geçerken gördüğümüz manzara hep ayniydi: Yol boyunca mısır ekili tarlalar.. Ve yol yapımında, yol onarımında çalışan öğrenciler.. Gıpta ile seyrettim kendi ülkesinin yolunu yapan öğrencileri.. Bize vaktiyle okulda Brezilya’nın kaç ton kahve çıkardığım ya da Fransa Lui’lerinin gayrı-meşru veletlerinin göbek adlarım ezberleteceklerine, arasıra böyle çalıştırsalardı, diye düşündüm.. Herhalde bugün üç yolu fazla olurdu memleketin., iyi ama çalışmadan yolunu bulanlar ne yapardı o zaman?
Avusturya’dan geçerken de gözümüzü okşayan güzelliklerin dağ mı, bağ mı olduğunu anlıyamadık. Bakarsan bağ mı olur? Biz de pencereden bol bol baktık dağlara.. İyi hoş ama bizdeki dağlar daha güzel değil mi ki, bakmıyoruz böyle… Neyse gecelim. Geçtik de.. Geçmedik kaydık aslında. Alman’ın kaymak yollarında.. İki karışlık yeri bozuk olsa yolun, iki kilometre öteden işaret koyuyorlar. Taşıt sürenleri dikkate davet için işaretin bile işareti var. Bir işareti yadırgadık sadece.. Hani «yola hayvan çıkar» uyarısını belirten işaret vardır ya.. Bizde üstünde sığır resmi bulunur. Adamlar geyik resmi koymuşlar oraya.. Bizim yol arkadaşlarından biri baktı baktı da bu geyikli işarete: «Bu. civarda evli erkeklerin durumu da hiç parlak değil galiba» deyiverdi, «Baksanıza adım başında işaretle ilan ediyorlar hallerini…»
Yürüyen merdivenler, kendi kendine açılan camlı kapılar ve benzeri otomatik araçlar, günlük yaşamın içine öylesine girmiş ki Almanya’da.. Helada işinizi bitirip de suyu akıtan kolu çekmediniz mi, kapı açılmıyor. Adamı zorla temizliğe iten bir alet.. Aaah, dedim, ah, şunlardan bir kaç tane alıp getirsek de… Bizim memleketi de temizleyebilsek bazı pisliklerden.. Neyse kapıyı açıp çıkalım da anlatmamıza devam edelim.
Yürüyen merdivenleri ilk görüşümde bir fantezi parlayıvermişti kafamda: Bizden biri Almanya’ya gitmiş. Büyük mağazalardan birine dalmış. Bakmış: Yürüyen merdiven.. Anlamamış ne olduğunu.. Şöyle bir incelemeye koyulmuş. O da ne? Bir tarafından kırklık bir adam çıkıyor, öte yandan yirmi yaşında iki genç iniyor. Bir taraftan yetmişlik bir kadın çıkıyor, öte taraftan otuzbeşer yaşında iki kadın iniyor. Bizimki ağzının suyu aka aka seyretmiş seyretmiş seyretmiş. Sonunda kafası nı yumruklamış: «Ah be, ah!. Keşke bizim Emine’yi de getirseydim. Şurda bozdurup üç onyedilik yaptırıverirdim…»
Anılar ve gözlemler dışında bir şeyle dönmedim Almanya’dan.. 18 kiloluk valizle gittim Almanya’ya, 17 buçuk kiloluk valizle döndüm. Sabahlan içim bayılınca yerim diye aldığım bisküi ile, ağzıma atarım diye taşıdığım kuru yemişten doğdu bu yarım kilo eksiklik.. Hiç bir şey almadın mı? Ne alıyorsun beyim, ne alıyorsun? Hava bile alsan, Türk parasıyla hesapladın mı, nefesinin yarısını geri vermen gerekiyor. Orada yaşayan dostlardan biri «Yok canım, dedi, o kadar pahalı değil burası.. Herhalde siz yanlış yerlere baktınız, bulamadınız ucuz tarafları.. Bakın, büyük mağazaların kapılarında seyyar tezgâhlarda çok ucuz gömlekler filan satarlar. Daha dün gördüm. Kırk liraya filandı.» Tarifini aldığım gibi, ertesi sabah erkenden koştum dostumuzun dediği yere.. Haklıydı. Kalitesi belki pek klas değil ama, pekala günlük giyilecek cinsten gömlekler doluydu kapıdaki tezgâhta… Üstünde de, gene dostumuzun dediği gibi, «40» rakamı yazılıydı. Koskocaman hem de.. Yanında «Fırsatı kaçırmayın!. Ucuzluk.. Şu fiata bakın!.» yasılan.40 Mark yani,. Almanya’da bankalar Türk parasını hafiften 19-20 liraya bir mark diye bozduklarına göre. Şöyle böyle 700 Uranın çok üstünde, hatta 800 liraya yakındı gömleğin tanesi.. Beni oraya gönderen dosta hiç çıkışmadım. Almanya’da voM^n Almanya’da harcayan için Alman Markı gerçekten bizim bir lira gibi geliyordu. Tıpkı Einstein hesabı: Bir genç kız nişanlısının kucağına oturursa, bir saat bir dakika gibi gelir. Ama ayni kız kızgın sobanın üstüne oturursa, bir dakika bir saat gibi gelir kendisine… Biz sobaya oturmuştuk anlaşılan…
Onu bunu bilmem ama, Hans Dayı’nın Sam Amca’yı, Markın Dolar’ı geçmesine hiç şaşmıyorum artık. Almanya’yı her gidişte bir öncekinden daha zengin buluyorum. «Yok» yok Almanya’da… Arasıra kulağa kaçan, göze batan parazitlere bakılırsa, Hitler hortlakları bile var. Eeee bu yüzden değil mi ki, başka ülkelerin Hitler bozuntuları da yeşerip gelişebilmek hayaliyle dört nala Almanya’ya koşuyorlar. Ne diyelim, Hitler’e benzemeye çalıştıkları kadar benzesinler. Sonlarının da benzemesi dileğiyle…
Az kalsın unutuyordum: Uğruna kaç geceler göz yaşı döktüğümüz Tom’la şen dullarımızın tatlı rüyası Rudi vardı ya..
Cordaşlar hani.. Ölmemişler.. Tom’da, Rudi de turp gibi.. Almanya’ya gelmiş, orada çalışıyorlar. TV’yi açtığımda karşıma çıkmadı mı ikisi de?. Almancayı da bi sökmüşler ki, şakır şakır konuşuyorlar. TV başındaki Almanlara Tom’u gösterip «Ölecek» dedim. «Bu da onun karısını Bayern-Münhenliycek» diye Rudi’yi işaret ettim. Oralı olmadılar. Eurovision finalinde Türk parçasını dinliyormuşlar gibi kulak bile asmadılar söylediklerime.. Benden günah gitti. Amerikalı Tom ölsün, bizim gibi onların karıları, bacıları, teyzeleri, anaları da ağlasın, görürüm hepsini..
Almanya’da çok dosta rasladım. Tanıdık tanımadık dostlar. Hepsinden selam getirdim hepinize.. Biri de asker oğluna
selam yolladı. Sordum ayrılırken:
— Nerde yapıyor askerliğini?
— Valla önceden candarma dedilerdi ama.. Sorasını pek annamadım. Kiredi Pangası mıymış, neymiş, bi pangada işte..
Bizim zamanımızda askerlik dediğin mangada yapılırdı, pangada deel.. Ondan kelli pek annamadım ben bu işi.. Gine de sen bi yol tüm pangalardaki candarmalara selam götür benden.. Birinden biri oğlumdur herhal..
Kitaptan Diğer Hikayeler;