Charles Bukowski’nin 1971’de yayınladığı ilk romanı olan Postane, kronolojik olarak yazarın Ekmek Arası (Ham on Rye) ve Factotum‘dan sonraki 3. dönemini anlatıyor ve 39-50 yaşları arasındaki 11 yılını konu alıyor…
Henry Chinaski, Factotum’da anlattığı 10 yıllık, kısa süreli, üçüncü ve dördüncü sınıf iş deneyimlerinden sonra postanede çalışmaya başlar. Diğer işleri düşünülünce kendisi için çok zor bir süreçtir bu. Hatta uyum sağlayamadığından istifa bile eder ama bir şekilde tekrar döner ve 11 yıl postanede çalışır. Bu süre içinde yaşadığı evliliği ve kızının doğumunu anlatıyor…
Kendine özgü eğlenceli üslubu ile yaşadıklarından, kadınlardan bahsediyor. Ama bir yandan da patronların çıkarttığı zorluklardan, çalışanı sürekli ezmelerinden ve sistemin işçiyi köleleştirmesinden bahsediyor…
Kitaptan;
Halkın sesi hep aynıydı, nerede posta dağıtırsan dağıt aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyorlardı.
“Geciktin, değil mi?”
“Her zamanki postacı nerede?”
“Selam, Sam Amca!”
“Postacı! Postacı! Bunu yanlış kutuya koymuşsun!”
Kaçık ve donuk insanlardan geçilmiyordu sokaklar. Çoğu güzel evlerde yaşıyor ve çalışmıyorlardı, bunu nasıl başardıkları anlamakta güçlük çekiyordu insan. Mektuplarını posta kutusuna koymana izin vermeyen bir tip vardı mesela. Kapının önünde dikilip üç blok öteden gelişini izler, yanına vardığında elini uzatırdı.
Aynı güzergâhta çalışan birkaç kişiye sordum.
“Kapının önünde durup elini uzatan adamın sorunu nedir?”
“Hangi kapının önünde durup elini uzatan adam?”
Hepsinin sesi de aynıydı.
Bir keresinde o güzargâhta mektup dağıtırken elini uzatan adamı gördüm, evinden yarım blok ötede durmuş komşusuyla konuşuyordu. Bir blok ötede beni görünce evine yürüyüp beni karşılayacak kadar zamanı olduğuna karar verdi. Arkasını dönünce koşmaya başladım. Ömrümde bu kadar hızlı mektup dağıttığımı hatırlamıyorum, müthiş bir depara kalkmıştım, hiç düşürmedim tempomu, öldürecektim onu. Mektupu posta kutusunun aralığına sokmak üzereyken döndü ve beni gördü.
“HAYIR HAYIR HAYIR!” diye bağırdı. “KUTUYA KOYMA!”
Bana doğru koşmaya başladı. Bulanık ayaklarını gördüm sadece. Yüz metreyi 9.2’de koşmuş olmalıydı.
Mektubu eline bıraktım. Zarfı açtı, verandayı katetti, kapıyı açtı ve içeri girdi. Ne anlama geldiğini bana birinin anlatması gerekiyordu.
—
Biraz daha içip yatağa girdik; aynı değildi ama, hiçbir zaman olmaz -boşluk vardı aramızda, bir sürü şey geçmişti başımızdan. Banyoya yürüyüşünü seyrettim; kıçının yanakları kırışmış, kat kat olmuştu. Zavallı Betty. Joyce taş gibiydi oysa -dokunmaktan haz duyardın. Betty’ye dokunmak pek haz vermiyordu artık. Hüzün veriyordu. Betty banyodan döndüğünde ne güldük ne de şarkı söyledik, tartışmadık bile. Karanlıkta içki içip sigara tellendirdik, uyuduğumuzda da ayaklarımızı birbirimizin vücuduna dayamadık eskiden yaptığımız gibi. Birbirimize değmeden uyuduk.
İkimizden de bir şeyler çalınmıştı.