16 Haziran 2009, Salı (Budapeşte)
Salı günü Peşte tarafındaki, Budapeşte ve Macaristan’ın en önemli meydanlarından biri olan Kahramanlar Meydanına (Hősök tere) doğru yola çıktık. Meydanın hemen sol yanında Güzel Sanatlar Müzesi’ni (Szépművészeti Múzeum) barındıran güzel ve tarihi bir bina vardı.
Yerleri beyaz işlemeli meydanın ortalarında uzunca bir anıt ve onun arkasında iki parça halinde ovalimsi yapıların üstünde Macaristan tarihinin önemli isimlerinin heykelleri yer alıyordu.
Erdem‘in söylediğine göre milliyetçilerin ana “kutlama” mekânlarından biri olan meydan 1900 yılında yapılmış ve 1932 yılında Kahramanlar Meydanı adını almış. Dolaştığımız gün de, meydanın bir bölümünde kutlama hazırlığı yapılıyordu ki, akşamüzeri buradan tekrar geçerken, hafif yağmurun altında bir opera sanatçısının konserine kısa da olsa kulak misafiri olmuştuk.
Meydanda bir süre zaman geçirdikten sonra hemen bitişinde bulunan ve 100 hektarlık bir alan üzerine kurulu bulunan Şehir Parkı’na (Városliget) giriş yaptık.
Oldukça yeşil bir alana kurulu parkın içinde bulunan en güzel yerlerden biri, Macarların Karpat Havzasını fetihlerinin 1000. yılı anısına 1896-1908 yılları arasında inşa ettikleri Vajdahunyad Kalesi’ydi (Vajdahunyad vára).
Kalenin yanında bulunan küçük gölet, asma köprü, kalenin girişi, içerideki binaların ve heykellerin ihtişamıyla birlikte kale oldukça güzeldi.
Burada bizim en çok ilgimizi çeken şey, 12-13. yy arasında yaşayan ve Latince isminin sadece ilk harfinin P olduğu haricinde, hakkında neredeyse hiçbir şeyin bilinmediği ve bu yüzden Latincede “bilinmeyen” anlamına gelen Anonymus diye adlandırılan Macar kralının tarihçisinin esrarengiz ve bir o kadar da ürkütücü heykeliydi. Fena halde bana Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzleri görünmeyen, siyah pelerinli şövalyeleri getirmişti.
Kaleden çıktıktan sonra Ötvenhatosok meydanında bulunan enteresan bir anıtı görmeye gittik. Şehir Parkı ile Dózsa György Caddesi sınırında bulunan ve 1956 yılında Macaristan’daki Sovyetler Birliği destekli Stalinist hükümete karşı başlatılan halk hareketi olan Macar Devrimi anısına yapılan üçgen şeklindeki anıt git gide sıklaşan ve uzayan demir kazıklardan oluşuyordu.
Erdemle bir süre bakındıktan sonra acaba kaç katman içeri girebiliriz diye birkaç deneme yapmış ama 4-5 sıra dışında ilerleyememiştik.
Ankara’ya döndükten birkaç gün sonra maNga’nın yeni yayınlanmaya başlayan ve Budapeşte’de çektikleri Cevapsız Sorular video klibinde bu anıtın da bolca konu edildiğini görüp şaşıracaktım. Tabi klip boyunca Budapeşte’den görüntüler görmek de enteresan olacaktı.
Ardından biraz daha parkın içlerine yer alan Széchenyi termal hamamına/kaplıcasına (Széchenyi Gyogyfurdo es Uszoda) gittik. 1913’de inşa edilen nefis bir yapının avlusunda yer alan, biri uzun, diğer ikisi yarım daire biçimindeki üç tane farklı sıcaklıktaki termal havuzundan oluşan kaplıca her şeyiyle dört dörtlüktü. Kaplıca aynı zamanda Avrupa’nın en büyük sağlık hamamı/kaplıcasıydı.
Kenardaki havuzların birinde yer alan iki tane üç çeyreklik dairenin içindeyseniz, belirli aralıklarla jakuzilerdeki gibi içe doğru su püskürtülerek daire içinde dönmeniz sağlanıyordu. Çok eğlenceliydi. Sanırım en çok burada zaman geçirdik.
Kaplıcadan çıktıktan sonra aklıma, küçükken anne, baba ve akrabalarla beraber birkaç kez gittiğimiz kaplıcalar geldi. Sonra karşılaştırmamaya karar verdim. Geri gittiler!
Metroyla yemek yemek için Tuna’ya doğru giderken hava kararmıştı. Erdem’in daha önce denediği bir Hint lokantasına gittik. Fast-food kıvamında ve orta şeker fiyatları bulunan lokantada ben Erdem’in önerilerinden çok kendi içgüdülerime güvenerek yanında yoğurt verilen, baharatlı bir pilav seçtim. Oturup ilk kaşığı aldığımda baharatın ve esansının yoğunluğunu kırmak için içine yoğurdu ekledim. Ama olmadı! Gidip bir tane daha yoğurt alıp onu da ekledim. Artık yenebiliyordu evet, ama bu sefer de pilavdan çok yoğurt tadı alıyordum! Bundan sonra Erdem’in önerilerine kulak asmaya karar verdim.
Yemekten sonra Tuna’ya doğru yürürken (2 gün sonra gündüz gözüyle daha ayrıntılı bir şekilde gezeceğimiz) St. Stephen Basilikası’nı (Szent István-bazilika) görüp bir süre inceledik. Çok ihtişamlı görünüyordu.
Ardından yürüyerek Tuna’ya gittik ve bir gün önce diğer ayağında olduğumuz Szechenyi asma köprüsüne (Széchenyi Lánchíd) ulaştık. Köprü gece daha bir güzel görünüyordu…
17 Haziran 2009, Çarşamba (Budapeşte)
Kahvaltının ardından Macaristan Tarih Müzesi ve önündeki Macar şair János Arany’nin (1817-1882) heykeline kısa bir süre göz attıktan sonra Budapeşte’nin en eski alışveriş merkezi olan Nagycsarnok’a gittik.
Tuna’nın yakınlarında bulunan ve hangarı andıran alışveriş merkezinde yiyecekten, giyeceğe, hediyelik eşyadan, incik-boncuğa kadar bir sürü ürünün satıldığı ufak ufak dükkânlar bulunuyordu.
1897’de inşa edilen binanın ön tarafında bulunan iki kubbesi ve çatıları çok güzeldi.
Bir süre dolaştıktan sonra yürüyerek St. Stephen Basilikası’nın birkaç sokak aşağısında bulunan Hummus Bar adında bir Yahudi lokantasına gittik. Humus ya da kebap gibi bizim damak tadımıza bayağı yakın yemekler yapan lokantada ne yediğimizi tam olarak hatırlamasam da yemekten önce içtiğimiz ferahlatıcı nane çayına hayran kalmıştım.
Karnımızı doyurduktan sonra dün gece önünden geçerken bir süre bakındığımız St. Stephen Basilikası’nın önünde birkaç fotoğraf çekindikten sonra Tuna’ya yürüdük.
Tuna’nın kenarındaki demir korkuluklarında oturan ve Budapeşte’nin en bilinen simgelerinden biri olan Küçük Prenses (Little Princess / Kiskirálylány) heykelini görüp bir süre inceledik. Çok şirin görünüyordu.
Ardından Szechenyi asma köprüsünün yakınlarında bir yerlere oturup etrafı izledik.
Hava kararmak üzereyken İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürülerek Tuna’ya atılan Yahudilerin anısına yapılan bronzdan ayakkabıların bulunduğu anıta gittik. Çiçekler bırakılmıştı. (Bu yazıyı yazdıktan birkaç yıl sonra Jessica Lange’in başrolde oynadığı Costa-Gavras’ın Müzik Kutusu (Music Box) filminde Nazilerin, Yahudileri Tuna nehrinin kenarına getirilip tek sıra dizildiklerini ardından da bir tele sıkıca bağlayıp, mermi yokluğundan, birini vurup hepsinin birden Tuna Nehri’ne arrıklarını öğrendim. Muhtemelen bu anıt da o kötü günleri anımsatmak için yapılmıştı.)
Parlamento Binası’nın önüne geldiğimizde hava iyice kararmıştı. Güzel bir yaz akşamında, bir süre merdivenlerinde oturup laklak ettik, Tuna’yı izledik.
Akşamüzeri Erdem bizi, Tuna’nın üzerinde bulunan Margit adasına (Margaret / Margit-sziget) götürdü. 2.5 km x 500 metre ebatlarındaki sevimli ada tamamen ağaçlarla kaplıydı ve araba trafiğine kapalıydı. Böyle olunca Margit köprüsüne kadar gelip ardından yayan ya da bisikletle adaya geçiyordunuz.
Adaya girip oturmak için gittiğimiz bara doğru yürürken gördüğümüz, müzik yapan, dans eden, yürüyüş yapan, bisiklete binen ya da çimlere yayılıp laklak eden insanlar çok eğleniyorlardı. Görülmeye ve yaşanmaya değer, oldukça orijinal bir parktı.
Yaklaşık 3 yıl sonra Viyana’da Tuna’nın üzerinde bulunan, 21 km x 70-210 metre boyutlarındaki Tuna Adasına (Donauinsel) gittiğimizde, bir kere daha Margit adasını hatırlamıştım.
Budapeşte, Viyana – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Budapeşte, Viyana – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Manga – Cevapsız Sorular
“Budapeşte, Viyana – Bölüm 2” üzerine 2 yorum