9 Ekim 2008, Perşembe (Madrid)
Perşembe günü Madrid’de dolaşmaya devam ettik. Önce Madrid’in en ünlü arenası olan Plaza de Toros de Las Ventas’a gittik. Boğa güreşlerinin yapıldığı, 1931’de inşa edilen, 25 bin kişilik arena binası ve etrafındaki heykeller çok güzeldi.
Tam olarak hatırlayamasam da sanırım kapalı olduğu için içeriye girmemiştik.
Şehre geri döndükten sonra Özgürlük meydanında bulunan Alcala kapısından (Puerta de Alcala) devasa Retiro parkına (Parque del Retiro) giriş yaptık.
İçinde büyük bir havuzun bulunduğu, bol ağaçlı parkta bir süre dolaştıktan sonra diğer ucundan çıkarak Paseo del Prado bulvarı boyunca yürüyerek ünlü Kibele meydanına (Plaza de Cibeles) ulaştık.
(Daha sonraları, Madridli futbol takım taraftarlarının kazandıkları başarılardan sonra burada toplanıp eğlendiklerini birkaç kere televizyondan izleyecektim.)
Şu anda tam olarak hatırlamasam da, Cibeles’den önce ya da sonra, buralara yakın bir üniversite kampüsünde yer alan tablo sergisine gitmiştik. Ve hayatımda ilk kez Salvador Dali’nin birkaç “başyapıtını” görüp, kendisine bir kere daha hayran olmuştum.
Akşam lokantada güzel bir akşam yemeği yedikten sonra, İspanyolların gece dışarı çıktıklarında her bir mekânda bir içecek ve yanında ikram edilen farklı farklı yiyecekleri tükettikten sonra bir başka mekâna geçerek sürekli dolaştıklarını öğrenecektim.
O gece öğrendiğim ilginç bilgilerden biri de, yemek yenilen bar gibi mekânlarda, insanların yemek yedikten sonra kullandıkları kâğıt peçeteleri yere attıklarını ve bu sayede daha sonra gelen müşterilerin mekânın o geceki popülaritesini öğreniyor olmalarıydı.
10 Ekim 2008, Cuma (Madrid, Santiago Bernabeu, Toledo)
Cuma günü dünyanın en ünlü stadyumlarından biri olan Real Madrid’in Santiago Bernabeu stadyumuna gittim. Millî maç arası nedeniyle hafta sonu futbol maçı olmadığı için sadece stat turu yapacaktım.
Metrodan indikten sonra yukarı çıktığımda, 1944’de inşa edilen ve bir sürü kez değişime uğrayan stadın iki büyük bulvar arasında yer aldığını görünce aklıma, özellikle İstanbul takım yöneticilerinin seyirciye konfor sağlamak için yapmaları gereken ama yapmadıkları birçok şey için bahane olarak kullandıkları, “stadın çevresinde alan yok, yollarla çevrili!” bahanesinin yalan olduğu gelmişti.
85 bin kişilik stadın ön cephesinde La Liga’da mücadele eden tüm takımların bayraklarının bulunması da çok ama çok hoşuma gitmişti.
Stadın 4 köşesinde, tıpkı Guiseppe Meazza’da olduğu gibi yuvarlak giriş çıkıp katları bulunuyordu. Toplam 49 tane giriş/çıkış kapısının bulunduğu stadın her birinde yaklaşık onar tane kısa geçiş turnikesi bulunuyor ve kendi biletinizi kendiniz kullanarak giriş yapabiliyordunuz. Bu sayede 85 bin 454 kişi kısa sürede stada girip çıkabiliyordu.
10 euro ödeyip aldığım tur biletiyle 20 numaralı kapıdan içeri girdikten sonra, bir görevli bizi asansöre yönlendirdi ve en üst kata çıkarak stadı dolaşmaya başladık.
Kale arkaları 5 ve diğer iki tribünün 4 kat olduğu, bir sürü cam balkon şeklinde locanın bulunduğu stadın alt katlarında olabildiğince yayvan olan koltuk açıları yukarı katlara çıkıldıkça dikleşiyordu. Bu sayede de “kutu gibi” olmayı başarıyordu.
Stadın dış katlarından orta kata doğru giderken duvarlarda yer alan eski futbol takımlarına ait fotoğraflar ve stadın 1900’lerden bugünlere kadar nasıl değişerek geldiğini gösteren fotoğraflar asılıydı.
Orta katta bulunan müzede kulübün kazandığı kupaları, flamaları, bugüne kadar forma giyen futbolcuların fotoğrafları gibi objelerin yanında benim en çok ilgimi çeken şey Şampiyon Kulüpler Kupası ve Şampiyonlar Ligi’nde kazandıkları yıllar için hazırladıkları özel stantlardı.
Stantta maç fotoğrafları dışında rakip takımın flaması, 2 takımın giydiği formalar, varsa krampon, top, maç bileti gibi bir sürü obje yer alıyordu.
En alt kata indikten sonra çimlerin yanından geçerek önce yedek kulübesine ardından da şeref tribününe geçiyordunuz. Konfor görülmeye değerdi.
Buradan da basın toplantısının düzenlendiği alana ve soyunma odasına ulaşıyordunuz. İşin en garip yanı rakip takım soyunma odasının ziyaretçilere açık olmasıydı.
Turun son ayağında ise kulüp ürünlerinin satıldığı dükkâna gidiyordunuz. O sezon Real Madrid’in giydiği forma ile aynı desende olmasına rağmen (futbolcuların giymeyeceği) pembeden, maviye, maviden yeşile kadar bir sürü renkte formanın satılıyor olması çok garibime gitmişti.
Turla ilgili o günlerde yazdığım ayrıntılı bilgileri okumak için buyurun: 2008-2009 Sezonu Şampiyonlar Ligi H Grubu 1. Maçı Real Madrid 2-0 Bate Borisov
Öğleden sonra Jose ve Sibel’le buluşup Madrid’e 70 kilometre uzaklıktaki “İmparatorluk şehri” olarak bilinen, döneminde üç büyük dine inanan insanların birlikte yaşadıkları ve “üç kültürün şehri” olarak da adlandırılan Toledo’ya doğru yola çıktık.
Etrafından bir ırmağın geçtiği, dar ve Arnavut kaldırımı sokakları olan, ortaçağ şehri formunda korunan Toledo, nefis bir yerdi. Toledo Katedrali (Santa Iglesia Catedral Primada de Toledo, 1227) oldukça ihtişamlı görünüyordu.
Bir süre dolaştıktan sonra burayı tepeden gören Parador de Toledo’ya gidip bir şeyler atıştırıp nefeslenmiştik. Ardından güneş battıktan sonra bir kere daha şehre inip dolaştığımızda kendinizi gerçekten ortaçağda gibi hissediyorduk…
Rahibelerin yaptığı marzipanlı yiyeceklerin sergilendiği bir pastahanenin vitrini de oldukça ilgi çekiciydi.
11 Ekim 2008, Cumartesi (Madrid, Milano)
Cuma günü Jose ve Sibel’e veda edip Milano’ya döndük. Yolculuk sırasında uçaktan bulutların arasından sıyrılan dağlar muhteşem görünüyordu!
12 Ekim 2008, Pazar (Milano)
Milano’daki son gecemizde bir süre takıldıktan ve akşam yemeğinden sonra Pazar sabahı Türkiye’nin yolunu tuttuk.
Eklenti Notu (15.06.2016): 8 yıl sonra, gezide çektiğim videoları derleyip bir “video anı” oluşturdum. İlk kez kamera kullandığımdan olacak o kadar kötü ve o kadar çok video çekmişim ki toparlamak oldukça uzun sürdü. O günlerde “cam gibi” dediğimiz görüntüleri bugün izleyince “leş” olarak görmek de gerçekten hüzünlendirici!